31 Mart 2013 Pazar

SARAYBOSNA


Saraybosna deyince aklıma hemen  1984 Kış Olimpiyatları geliyor. O zaman tek devlet olan Yugoslavya’nın bir şehriydi nam-ı diğer Sarajevo. Galiba televizyondan izlediğim ilk olimpiyat görüntüleriydi bunlar. Özellikle kayak yarışmalarını televizyondan hem de ilk defa renkli görüntülerle seyrettiğimi hatırlıyorum.  Hemen sonrasında ise, Yugoslavya’nın bölünmesi ile ortaya çıkan savaş görüntüleri gözümün önüne geliyor ve de Boşnak’ların yaşamak zorunda kaldığı olağanüstü durum...

Otelimizin altındaki kafeden dışarısı


Saraybosna’ya gittiğimizde ilk gözümüze çarpan düzenli bir şehir ve cana yakın insanlar oldu. Beraber seyahat ettiğim lise arkadaşım Dolunay’ın Boşnak iş arkadaşı sayesinde irtibatlandığımız şoförümüz, bize gezi boyunca hem rehberlik hem şoförlük yaptı. Tek sorunumuz, rehberimizin İngilizce ve Türkçe bilmemesi, bizim de Boşnakça bilmememizdi. Geriye her iki tarafın da çat pat konuştuğu Almanca ile anlaşmak dışında bir çare kalmamıştı. Bir şeyi keşfettik; insan zorunlu kalınca yabancı dil konusunda becerisini sonuna kadar kullanabiliyormuş. Almanca anlaşabileceğime hiç inanmayan ben, seyahat sonunda bayağı bir dil becerisi geliştirdim. Allahtan, Dolunay Almanca konusunda benden çok daha iyi bir noktadaydı da mekanlar konusunda rehberlik alabildik:)

Gece Saraybosna

Saraybosna'da bombalanmış bir bina...

Sırp Ortadoks Kilisesi



İstanbul ile kıyaslanınca Saraybosna’nın merkezi çok küçük... Şehrin ortasından büyük bir yaya yolu geçiyor. Bu yolun sonu, Avrupa caddelerine benzeyen büyük bir caddeye açılırken baş tarafı da “Başçarşı” denen ve yerel ürünlerin & lokantaların bulunduğu bizim Anadolu çarşılarımıza benzeyen bir çarşıya açılıyor. Burada ayakkabıcıdan tutun kebapçıya kadar çok farklı esnaf iş yapıyor. Biz de bu yaya yoluna çok yakın bir yerde şehir merkezinde, alt kısmı aynı zamanda kafe olan bir otelde kaldık.  

Saraybosna’da caddelerin ve sokakların Türkçe’ye çok benzeyen isimlerinin bize çok aşina geldiğini söylemem gerek. Bunlardan bazıları; Gazi Husrev Begova (Gazi Hüsrev Bey), Bascarsıja (Başçarşı), Mula Mustafe Baseskije (Mustafa Başeski)...Size de tanıdık geldi değil mi? 

Bu şehirde alışveriş yapabileceğiniz dükkanların yanında, modern kafeler de sıkça karşınıza çıkıyor. İsterseniz Boşnak böreği (Bureg diyorlar) satan yerler de var. Aç kalmak mümkün değil, mutlaka hoşunuza gidecek bir şeyler bulabilirsiniz. Yine de bir isim isterseniz, İnat Kuca adındaki yerel restoranı tavsiye edebilirim.


Arabadan Mostar

Mostar


Buraya kadar gelmişken bir günümüzü Mostar, Poçitel ve Blagaj’a gitmeye ayırdık. Şöförümüz bizi, önce en uzak noktadaki Poçitel’e götürdü. Burası bütün tarihi dokusuyla korunan bir Türk köyü.  Buradan da Bosna’nın ilk tekkesi olan Blagaj Derviş Tekke’sini gezdik. Sonrasında kısa bir yolculukla Mostar’a vardık. Mostar’da ilk ziyaret noktamız Mostar Köprüsü oldu. Mimar Hayreddin tarafından yapılan bu köprü, 1992’de Hırvat topçusu tarafından yıkılmış ve Türkiye’nin de katkılarıyla 2004’de yeniden hizmete açılmış. Köprüden nehre atlayan Boşnak gençleri önce bizi korkuttu ama o kadar fazla sayıda bu işi yapan vardı ki korkulacak bir şey olmadığına karar verdik:) Mostar’da yaptığımız şehir turu sırasında hala çoğu binadaki mermi, bomba izleri savaşı hatırlattı bize ve de bu insanların gerçekten ne acılar çektiklerini düşündürdü. 

Cami minaresinden Mostar

Mostar'da mermiler ve bombadan etkilenmiş bir bina

Mostar Köprüsü

Minareden Mostar Köprüsü

Mostar ve yaralı binalar...

Mostar


Bu günün sonunda Saraybosna’ya döndüğümüzde gördüklerimizin etkisindeydik hala. Ertesi gün şehirde dolaşırken tesadüfen önünden geçtiğimiz Türk büyükelçiliğindeki bir görevli bize Türk misafirperverliğini göstererek Türk kahvesi ikram etti. Hal böyle olunca kendimizi tam Türkiye’de gibi hissettik:) Adını ne yazık ki şimdi hatırlayamadığım Türk dostumuza teşekkür ederek hem ona, hem Saraybosna’ya veda ettik.

Dönüş yolculuğuna başlarken...

30 Mart 2013 Cumartesi

NEW YORK - NEW JERSEY ve Sandy



Yıllar önce facebook daha yeni moda olmaya başladığında değişik uygulamalarının birinde bir anket vardı ve sorulara cevap verdiğinizde size hangi şehrin insanı olduğunuzu söylüyordu. Bu tip şeylere pek inanmasam da sırf meraktan bu anketi kendime uyguladığımda bir  “New York insanı” olduğum ortaya çıkmıştı. Aslında kendimi hep daha sakin yerlerin insanı olarak düşünürdüm. Ama  zannederim hem 11 yaşından beri okulda Amerika’lı öğretmenlerimin etkisinde kalmamdan, hem ilk yurtdışı gezimi 1986’da New York’a yapmamdan ve en önemlisi yakın akrabalarımın yani ailemin yarısının neredeyse 50 senedir orada yaşamasından olsa gerek bu şehirle aramda bir gönül bağı oluşmuş. 


Çocukluğumda, o zamanlar New York’ta oturan halam, her yaz İstanbul’a gelirdi. Tatil dönüşünde beni de bavuluna koyarak götürmeyi teklif eder ben de çocuk aklımla bu şakayı tam anlayamaz; “o kadar uzağa bavulda gidemem, uçaktan korkarım “ diye cevap verirdim. Kısacası benim Amerika ile fikren tanışmam çok eskilere dayanıyor. 


New York’a ilk gerçek ziyaretim ise 1986da liseye başladığım yıl ailemin karne hediyesiydi bana. Hem de grupta tek “iyi” İngilizce bilen biri olarak o dönem çok limitli İngilizce bilen annem ve kardeşimin de sorumluluğunu alarak aktarmalı bir yolculuk yaptık yeni kıtaya... Benim için hem çok zevkli hem de çok heyecan verici bir gezi olmuştu bu ilk ziyaret. Sonrasında da defalarca gidip geldim New York’a. Bu şehirde hem bir turist gibi hem de bir yerli gibi hissettim.


Rockefeller Center

Manhattan 'Avenue of Americas'

Time Warner Center Manhattan



Bir turist gözüyle “Big Apple”ı (yani New York’u) görmek isterseniz yapılabilecekleri  ve görülecekleri şöyle özetlerdim heralde:

-Broadway’de bir show izlemek
-Times Square

-South Sea Port’tan başlayan tekne turu

-Brooklyn Köprüsünden yürüyerek geçmek

-Hürriyet Heykeli ve Ellis Adası’nı ziyaret etmek

-Macys, Bloomingdales ve Saks mağazalarında , isterseniz Woodbury Common Premium Outlet’te alışveriş yapmak

-Meat Packing District (burası önceden kesimhanelerin olduğu bir bölgeyken şimdi bolca sanat galerisi ve restoran mevcut)

-Soho

-Empire State Building

-Broadway’deki Marriot Otel’in en üst katındaki döner restoranda çay ya da yemek keyfi

-Meşhur 5th Avenue

-Rockfeller Center

-Ve tabi ki Metropolitan gibi birçok müze ziyareti



Ancak benim için New York sadece bunlardan ibaret olmadı. Çünkü New York’a gidiyorum dediğimde aynı zamanda New York’la iç içe geçmiş başka bir eyalet olan New Jersey’e de gidiyorum ben. Burada da kendimi “yerli” gibi hissediyorum halam ve kuzenimle yaşarken. New York’tan otobüse binip yarım saatte New Jersey’e vardığınızda bambaşka bir dünyaya gitmiş gibi oluyorsunuz; yeşillikler içinde, sokakta yürürken herkesin birbirine selam verdiği bir dünya burası. Benim de hoşuma giden bu galiba. Amerika’da insanlar gerçekten çok bireysel yaşıyorlar. O yüzden de sokakta yürürken bile insanların birbirine merhaba deme ihtiyaçları oluyor gibime geliyor her seferinde. 


Bu yılki mutat Amerika ziyaretimde ise ilk defa bir kasırga yaşadım. Hem de Amerikalıların deyimiyle yüzyılın kasırgasını... Önce ortalık sakin görünüyordu sonra birden bütün televizyonlar tam üzerimize doğru gelmekte olan Sandy kasırgasının muhtemel etkilerini anlatmaya başladılar. Sık sık belediye başkanı ve bölge valisi konu ile ilgili durum analizleri yapmaya başladı televizyondan. Biz de söylenildiği üzere su stoğu yaptık ama bunun dışında yapılabilecek pek fazla da bir şey yoktu. Ve sonunda fırtına başladı, daha ilk saatlerde neredeyse tüm eyalette önce elektrikler kesildi. Biz denize yakın bir yerde olmadığımız için su baskını olmadı ama radyodan anladığımız kadarıyla okyanus yakınındaki çoğu yer sular altındaydı, hatta Manhattan metrosu da uzun yıllardan sonra ilk defa kapatılmıştı. Yollar da devrilen ağaçlar yüzünden kapandığından ulaşımda büyük sıkıntı yaşandı. İşin kötüsü bütün bunlar, benim İstanbul’a dönme günümden iki gün önce olmuştu ve ne yazık ki telefon hatları da çalışmadığı için havalimanının kapalı olması dışında uçağımla ilgili bilgi alamıyordum. Amerika gibi herşeyin elektriğe bağlı olduğu bir ülkede bırakın evleri, çoğu büyük mağaza ve markette bile jeneratör olmayışı hayatı durma noktasına getirdi. Buna bir de rafinerilerin çalışmayışı ve ulaşımın durması da eklenince koca şehirde benzin sıkıntısı baş gösterdi. Geceleri ise tam bir “hayalet şehir” durumu yaşanıyordu. Bir de sıcaklık sıfır dereceye düşünce evde ısınmak için  tepside su ısıtmaktan başka bir çaremiz kalmamıştı... Amerika’da olduğuma inanamıyordum... Biz de benzin kıtlığından nasibimizi aldık ve arabada benzin bittiği için zar zor bulduğumuz açık bir benzincide kuyruğa girdik. İnsanların bu karmaşa içinde bile birbirine saygılı davranması, kuyrukta birbirinin önüne geçmemesi beni çok şaşırttı. Türkiye’de feribot kuyruğunda bile birbirinin önüne geçmeyi başarı kabul eden bizleri düşününce bu düzenli kuyrukları görmek ne büyük bir nimet diye düşündüm. Velhasıl , fırtınadan tam dört gün sonra elektriğimiz geldi, dolayısıyla telefon ve ısıtmamız çalışmaya başladı ve hayat kısmen de olsa normale döndü bizim için...Bu zorunlu bir kalış olmasına rağmen benim için unutulmaz bir macera oldu.  

Sandy öncesi...

Sandy sonrası...



Yine de bir dahaki ziyaretimi kasırga dönemine denk getirmemek için elimden geleni yapacağım:)

29 Mart 2013 Cuma

BEYRUT


İşte vizesiz gidilebilecek bir ülke ve şehir daha:) Vizesiz olmasının yanında hem doğuyu hem batıyı içinde barındıran bir şehir burası.

Place de l'Etoile
 

Beyrut ve civarını gezmek için, Baalbek’e gitmeyeceksiniz iki  gün yeterli, eğer Baalbek’i de görmek istiyorsanız seyahate bir gün daha eklemeniz daha mantıklı. Beyrut’a her gün uçakla çok rahat bir şekilde ulaşmak mümkün. Yalnız şehir içinde taksi kullanımı biraz sorunlu ve binmeden önce mutlaka pazarlık yapmanız gerekiyor. Bu yüzden havalimanı-otel transferinizi önceden ayarlamak daha rahat bir seçenek olabilir.

Kalmak için hem El Hamra bölgesinde hem de “downtown” denen şehir merkezine yakın oteller mevcut. Biz, şehir merkezinde 4 yıldızlı bir zincir otelde kaldık ve bu bölgede kalmak aslında gerçekten de doğru bir tercihmiş. El Hamra Bölgesi, bizim Mahmutpaşa'ya benzeyen daha çok otantik pazarın olduğu bir bölge. Bundan dolayı  akşamları dışarı çıkıp yemek yemek ve Beyrut’un gece hayatını da görmek istiyorsanız pek doğru bir seçenek değil.

Hasar görmüş bir bina renove ediliyor

Downtown oteller bölgesi


“Place de l’Etoile” denen şehir merkezi, araç girmeyen ve ismini gerçekten yıldıza benzeyen 5 koldan gelen yolun bir meydanda birleşmesinden alan bir yer. Etrafında birçok dükkan ve restoran mevcut.  Şehrin bu bölgesi asıl hareketli yeri. Bu bölgedeki Gemmayzeh Caddesi üzerinde çok sayıda lüks mağaza ve butik var. Yine bu bölgede açık hava alışveriş merkezi olan “Beirut Souks” ilginizi çekebilir.

Gemmayzeh caddesi civarı

Downtown


Muhammed El Emin Camii

Roma kalıntıları

Downtown

Biz ilk günümüzü şehri yürüyerek gezmeye ayırdık. El Hamra tarafında aklınıza gelebilecek her türlü yiyecek, baharat, tatlı satan dükkanlar ve oryantal malzemeler satan giyim dükkanları mevcut. Beyrut’ta da mutlaka görülmesi gereken yerler arasında hala büyük saygı duydukları her şekilde hissedilen Hariri’nin onuruna yapılan anıt mezar (ancak hali hazırda anıt, büyük bir çadır içinde duran mozole şeklinde, bir anıt mezar yapılarak başka bir yere taşınması planlanıyormuş), Muhammed El Emin Camii, St. George Katedrali, İzmir’in Kordon’una benzeyen Beyrut Kordon boyu (Corniche) ve buradan göreceğiniz “Güvercin Kayaları”nı sayabilirim. Buradaki Beyrut Amerikan Üniversitesi ‘nin uluslararası ünü olduğunu da öğrendik. 

Hariri'nin Anıt Mezarı

Bu şehirde yaşanılan onca bombalamadan sonra bile bazı bölgelerindeki ışıltı gözümüze çarpıyor. Bazı yerlerde ise bombaların etkisi hala görülüyor. Çok şık bir binanın yanında bombalardan ve mermilerden yarısı ya da tamamı hasar görmüş başka bir binayı görebiliyorsunuz... Açıkçası, şehri gezerken gördüğümüz bu tezat bizi çok etkiledi.

Beyrut’un civarında da görülecek yerler var. Biz de bir günümüzü bu işe ayırdık. Şoförlü bir taksi kiralayarak  önce Trablus’a (burada da bir Trablus olduğunu buraya gidince öğrendik), sonra da Byblos ve Jeita Mağarası’na gittik. Byblos çok şirin bir sahil kasabası ve limanda balık yiyebileceğiniz güzel restoranlar var. Biz daha yola çıkmadan adını duyduğumuz Pepe’s de yemek yedik ve çok da memnun kaldık. Jeita Mağarası ise başlı başına insanı çok etkileyen bir yer. Ne yazık ki mağarada, belli bölgelerde resim çekimine izin verilmiyor, o yüzden burayı anlatmak yerine, yolunuz Beyrut’a düşerse mutlaka Jeita’yı görmelisiniz diyebilirim ancak. Son durağımız ise Harissa oldu. Buraya çıkmak için belli saatlerde uzun teleferik kuyruğu olabiliyor, o yüzden özellikle tatil günlerinde buraya gitmek pek doğru bir karar değil. Öte yandan Harissa’dan Beyrut manzarası bir harika:) Buraya teleferikle olduğu gibi arabayla da çıkmak mümkün ve tepede bir kilise var.

Harissa

Harissa'ya çıkarken...

Teleferikten manzara

Tripoli (Trablus)

Beyrut’ta sadece gündüz değil gece hayatını da dilerseniz dolu dolu yaşamak mümkün. İlk gece daha gitmeden ününü duyduğumuz Buddha Bar’da yemek yedik. Son gecemizde ise otelimize çok yakın bir balıkçıda yemek yedikten  sonra yine otelin yanı başında yer alan ve adını daha önce de duyduğumuz “Music Hall”de zaman geçirmeye karar verdik. Buradaki eğlence İstanbul’dakinin bir benzeri. Tek farkı henüz sigara yasağı gelmediği için birkaç saat içinde sigara dumanından göz gözü görmüyor ve dönünce üstünüz başınızı baştan aşağı yıkamanız gerekiyor:) Yaş almamızdan mıdır yoksa sigara dumanından mıdır bilinmez, çok geç saatlere kalmadan buradan ayrılmayı tercih ediyoruz ama Beyrut’un gece hayatının en az gündüz hayatı kadar renkli olduğuna kanaat getiriyoruz.

27 Mart 2013 Çarşamba

MARDİN - HASANKEYF



Mardin bende merak uyandıran bir yerdi ve buraya gitmek ancak sevgili kuzenim İrem’in önayak olmasıyla kısmet oldu bana... 2010 baharında yaptık bu geziyi ama bundan sadece iki gün önce Amerika’dan dödüğüm için “jetlag” sarhoşluğunu atamamıştım üzerimden henüz. O yüzden gezdiğimiz yerlerin bazıları hala aklımda hayal meyal kalmış ve sıralamayı pek hatırlayamıyorum ne yazık ki...

Otelden ilk manzara

Bana sorarsanız mutlaka nereler görülmeli ve neler yenilmeli diye; önerebileceğim bazı şeyler var; bunun dışında bu şehirde yaşadıklarım ve hissettiklerim ile ilgili birkaç şey paylaşmak istedim. Öncelikle Mardin’de çoğunuzun bildiği gibi taş evler çok meşhur ve biz de modaya uyarak işte böyle taş bir konak olan Erdoba Konaklarında  kaldık. Ama açıkçası bu konak beklentim yüksek olduğundan mıdır, yoksa zaten uzun bir seyahatten döndüğümden dolayı yorgun olmamdan mıdır beni hayal kırıklığına uğrattı. Yine de buranın çok merkezi olduğunu ve şehirde kalınabilecek yerlerden biri olduğunu söylemeliyim sanırım. 

Şehir Merkezi

Mardin Sokakları
Şehre ve otele ilk vardığınızda geniş bir denize bakar gibi taş evlerle kaplı bir ovaya bakıyorsunuz, geceleri tek tük yanan ışıklarla harika görüntü veriyor buralar. Mardin’in şehir içindeki çarşısı mutlaka gezilmesi, görülmesi gereken bir yer. Ayrıca Mardin Müzesi, Deyrülzeferan Manastırı, Zinciriye Medresesi, Kasımiye Medresesi , Latifiye Camii, Mardin Meryem Ana Kilisesi, Şehidiye Camii, Mardin Ulu Camii görüp gezmenizi tavsiye edebileceğim yerler.  Özellikle manastır gezilerinde en ilgimi çeken nokta, gönüllü  görevlilerin sizi kapıdan karşılayarak gezdirmeleri, hem de mekanlar hakkında çok güzel bilgi vermeleri oldu.

Deyrulzeferan Manastırı
 
Latifiye Cami
Mardin’de çok lezzetli yemekler yemek mümkün ama bizim favorimiz hem yeri hem sunumuyla Cercis Murat Paşa Konağı oldu, kaldığımız iki gün boyunca akşam yemekleri için oraya abone olduk.


Mardin’e gelip de Hasankeyf’e gitmemek olmaz dedik, belki bir dahaki gelişimize yerinde bile bulamayız diye düşünerek bir taksici ile anlaşıp yaklaşık 2 saat (120 km) uzaklıktaki Hasankeyf’e gitmek üzere yola çıktık son günümüzde. Yolculuk başta güzel başladı ama alimallah her yere yetişirim diyen hızlı şöförümüz bizi bayağı korkuttu. Gerçi ben daha henüz üzerimden atamadığım “jet-lag” etkisiyle bu yolun çoğunu uyuklayarak geçirdim ama kuzenimin uyarılarından pek de güvenli gitmediğimizi hissettim!  Neyse ki neredeyse 1 saatte sağ salim Hasankeyf’e vardık. Orada halk, rehberlik işini profesyonellere taş çıkartacak şekilde yapıyormuş. Bölgeden genç bir arkadaşımız hemen işi ele alarak bize bölgeyi çok güzel bir şekilde gezdirdi ve hikayesini anlattı. Hasankeyf mutlaka görülmesi gereken bir yer! İşimiz bitip de bizi beklemesi gereken taksicimizi aradığımızda hemen buluşmamız gereken yere geleceğini söyledi, ama aradan 15 dak. geçmesine rağmen hala ortada olmayınca şehri gezerken yukardan gördüğümüz üzere Dicle sularında arabasını yıkarken arabanın yarısının suya gömülmek üzere olduğunu farkettik. Bu durumda bile adam kahramanlığı elden bırakmayıp telefonda konuştuğu bana, “şimdi yanınızdayım” diyordu!! Bunlar olurken daha fazla sinirlenmemek ve acaba araba giderse ne yapacağımızı düşünüp kötüyü çağırmamak adına orada bir çayhanede oturup yöre sakinleri ile muhabbet etmeye karar verdik. Bir yandan da yan gözle arabanın gittikçe yükselen sudan nasıl kurtulacağını izliyorduk. Sonunda akıllı! şöförümüz 4X4 sahibi bir yardımseverden yardım istemeyi akıl etti ve onların çekmesiyle sudan kurtulmayı başardı, biz de bir saatlik bir gecikmeyle artık Midyat üzerinden Mardin’e dönmek için hazırdık.

 
Hasankeyf

Hasankeyf

Taksimiz suya kapılmadan önce..Başımıza geleceklerden bihaberiz henüz!

Hasankeyf

Hasankeyf




Arabayı neredeyse suya kaptırmış olmanın mahçubiyetiyle olsa gerek şöförümüz dönüş yolunda eskisi kadar cengaver değildi. Önce Deyrulumur Manastır’ına sonra da Midyat’a uğradık. Manastırda yine çok düzenli bir şekilde gönüllü arkadaşlardan brifing aldık. Midyat bildiğiniz gibi telkari sanatıyla ünlü bir yer ve biz de hatıra telkarilerimizi ve biraz da fazlasını alarak Mardin’e geri döndük. Nehir macerasından sonra ben de “jet-lag”den eser kalmadı!

Deyrulumur Manastırı
Eminim  Mardin’e bir kez daha gitsem yine aynı zevkle gezerim. Dar sokakları, taş evleri ile insanda inanılmaz anılar bırakan bir yer burası. Hani derler ya gecesi ayrı güzel gündüzü ayrı güzel , bende de aynı böyle bir duygu bıraktı işte…