29 Mart 2014 Cumartesi

BEYPAZARI



Ankara’nın 100 km. batısındaki konakları ve evleriyle ünlü bu güzel ilçeye Ankara’dan yaklaşık 1.5 saatte çok rahat bir karayolu yolculuğu sonunda ulaşıyoruz.  Beypazarı’na vardığımda ilk dikkatimi çeken, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sine de konu olmuş cumbalı, üstünde guşgana adı verilen çatıdan oluşan iki-üç katlı evleri oluyor.

Beypazarı
Beypazarı
Unutmadan, ilçenin girişinde Hıdırlık Tepesi’nde mola verip çayımızı yudumlarken bölgeyi kuşbakışı gözlemlemeyi ihmal etmiyoruz. Ancak buradan bakarken vadiyi kaplayan tarihi ev ve konakların arasında yükselen uydu antenlerinin yarattığı  görüntü kirliliğini söylememe gerek yok sanırım. Hazır yeri gelmişken, Safranbolu & Ankara gibi çoğu Anadolu şehrinde de şehrin en yüksek yerlerine Hıdırlık adının verilmesi de geçmişten kalma bir gelenekmiş ve  şehrin en yüksek noktaları olan bu tepelerde Hz. Hızır’ın dua ettiğine inanılırmış. Arapça ve Türkçe arasındaki seslerin farklılığından dolayı da Hızırlık, Hıdırlık olarak anılmış. 

Hıdırlık'tan...
 

Beypazarı’nda görülmesi gereken yerlerin başında Yaşayan Müze geliyor. Bu konak 19. yüzyılda yapımına başlanan ve iki yılda tamamlanan iki konaktan biri. Burası, geleneği ve kültürü korumayı hedefleyerek hizmete açılmış bir müze ve burayı ziyaretiniz sırasında Osmanlı dönemindeki hayatı biraz da olsa yaşamak mümkün oluyor.  Yaşayan Müze’de ebru, hat sanatı, kurşun dökümü, Hacivat-Karagöz perde oyunu gibi bazı tarihi sanat unsurlarını canlı yaşayabiliyor hatta isterseniz belli bir ücret karşışığı deneyimleyebiliyorsunuz. Müzenin giriş ücreti 2 TL ancak kurşun döktürmek, ebru çalışması yapmak için 10TL civarında ücret ödemeniz gerekiyor.

Yaşayan Müze'de misafir salonu

Hacivat-Karagöz

Ebru çalışmamız
 Beypazarı’nda eski binaların restore edilerek müzeye dönüştürüldüğü yerlerden olan Kent Tarihi Müzesi ve Kültür Evi de görülmesi gereken yerlerden. 1996 yılında açılan Kültür Evi’nde Beypazarı kültürünü yansıtan eserleri, antika eşyaları ve Beypazarı tarihine ışık tutan bazı belgeleri görmek mümkün.  Giriş ücreti 2 TL olan Kent Tarrihi Müzesi de aynı zamanda en sanatlarını yaşatmaya çalışan zanaatkarların küçük dükkanlarının yer aldığı İmaret Meydanı’nda. Buradaki dükkanlara, tarihi dokuyu bozmamak adına ufak Beypazarı evi görüntüsü verilmiş.

Tarihi çarşının içinden geçen uzunca sokağın ismi de Alaaddin Sokak. Beypazarı’nda yer alan ve sayısı 3500’e yaklaştığı söylenen evlerin büyük bölümü de burada. Bu evlerin ve konakların büyük çoğunluğu mesken olarak kullanılıyor. Sadece küçük bir bölümünde yöresel ürünlerin satıldığı dükkanlar var. Burada satılan ürünler arasında özellikle incecik sarılmasıyla ün yapmış Beypazarı sarmasının tadına bakmanızı tavsiye ederim. Yöresel  tatların yanısıra çeşitli el sanatları ürünlerini de buradan satın almak mümkün. 

Alaaddin Sokak

Alaaddin Sokak


Yöresel tatlar denince sarmanın yanısıra güveç kaplarda pişirilen et, 80 kat ince yufkadan yapıldığı söylenen baklava, havuç lokumu, Beypazarı kurusu ve neredeyse adım başı karşınıza çıkan havuç suyundan tatmadan dönmeyin. 

Tarihi Güveç Fırını

Son olarak Belediye’nin binasının da bulunduğu pasajda yer alan Gümüşçüler Çarşısı’na uğrayarak Beypazarı ziyaretinizi tamamlayabilirsiniz. Bu çarşıda el yapımı gümüş takılarla her yerde rastlayabileceğiniz turistik ürünler bir arada satılıyor. 


Yeri gelmişken şimdilerde Ankara Belediye Başkan Adayı olan Mansur Yavaş, Beypazarı Belediye  Başkanı iken yaptığı çalışmlarla halkın güvenini kazanmış. Beypazarı’nı yıkımdan kurtarıp tarihi dokusunun korunması için önemli çalışmalara imza atmış. Yörede yaşayanlardan, birçok evin restore edilip müze olarak açılmasında önemli rolü olduğunu öğreniyoruz.

Beypazarı

26 Mart 2014 Çarşamba

Türkiye Cumhuriyeti'nin Başkenti: ANKARA



Ankara’ya ilk ziyaretim üniversite yıllarımda oldu. Bundan sonra da iş için  pek çok kez başkentimize uğradımsa da gezi amaçlı ziyaretim son yıllara dayanır. Ankara’da yaşayan sevgili arkadaşım Sıdıka’ya her gidişimde hem Ankara’yı, hem de civar şehir ve ilçeleri gezme fırsatı yarattık kendimize. Son gidişimde de, neredeyse 25 yıl önce gittiğim Anıtkabir’i tekrar görme fırsatı yakaladım.

Anıtkabir
Havalimanından Ankara merkeze taksi dışında iki yolla gitmek mümkün. İster belediyenin yani EGO’nun 442 no’lu hattını kullanarak (ki bu hatta belediye otobüsü yerine BelkoAir denen bir firma servis veriyor) 5,25TL ödeyerek Kızılay’a ulaşabilir, isterseniz de Havaş’ın otobüsleriyle 10TL ödeyerek Ulus’a gidebilirsiniz.

Öğle saatlerinde Kızılay’a ulaştıktan sonra öğle yemeğimizi , Ankara’da üç şubesi bulunan ve 1963’den beri hizmet veren Düveroğlu Kebap’ın Anıttepe semtindeki şubesinde yedik. Eğer yolunuz düşerse denemenizi tavsiye ederim.  

Anıtkabir
Dediğim gibi, son ziyaretim, biraz da Ankara’yı başkent yapan özelliklerini yerinde görme fırsatı tanıdı bana. Hal böyle olunca da, ilk durağım Anıtkabir oldu. Önceki adıyla Rasattepe şimdiki adıyla Anıttepe denilen bölgede kurulmuş ve şehri panoramik olarak görebileceğiniz bir tepede inşa edilen Anıtkabir, gezerken de dışardan gördüğümde de tarihte bir yolculuk yaptırdı sanki. Eğer Tandoğan Meydanı tarafındaki kapısından girerseniz, Anıtkabir’i arabanızı da park edip ziyaret edebiliyorsunuz. Girişte ruhsatınızı teslim edip çıkışta aldığınız çok rahat ve düzenli bir şekilde işliyor sistem. Biz de bu yolu tercih ederek 262 metrelik Aslanlı Yol’dan yürüyüp mozole bölümüne ulaşıyoruz. Aslanlı Yol’un her iki yanında yer alan ve yola adını veren aslan heykelleri Türk devletinin gücünü ve kudretini simgeliyormuş. 

Aslanlı Yol
Aslanlı Yol’un girişinde İstiklal ve Hürriyet Kuleleri yer alıyor. İstiklal Kulesi’nde Anıtkabir’in bölümlerini anlatan maket, Hürriyet Kulesi’nde ise yapım aşamasına ait fotoğraflar ve kullanılan taş örnekleri sergileniyor.

Hürriyet Kulesi önünde nöbet tutan asker
  
İstiklal Kulesi'ndeki Anıtkabir Maketi
 
Mozole
 

Mozole

Aslanlı Yol’dan geçerek ulaştığınız ana bölümde mozolenin yanısıra, bu bölümün altında yer alan Müze de mutlaka görülmesi gereken bir yer. Müze içinde fotoğraf çekmek yasak ama Kurtuluş Savaşı’mız ve o günlerde ne zorluklarla bağımsızlık kazanıldığı çok güzel bir şekilde anlatılmış. Bir de mozolenin tam altında Atatürk’ün naaşının yer aldığı gerçek mezar kapısını görüyoruz. Burada Anıtkabir hakkında çok düzgün bir Türkçe ile bilgi veren görevliler sorularınızı cevaplamak üzere hazır bekliyorlar. Anıtkabir’i gezerken Kurtuluş Savaşı’nın aslında gerçekten de ne zorluklarla kazanıldığını bir kez daha idrak ediyor insan.

Müze
Hazır yeri gelmişken, T.C. Cumhurbaşkanlığı Atatürk Müze Köşkü’nden de bahsetmek istiyorum bu yazımda... Burası da Çankaya Köşkü Kompleksi içinde yer alan ve sadece Cumartesi – Pazar günleri 13:00-17:00 saatleri arasında ücretsiz ziyaret edilebilen bir müze. Bana kalırsa en az Anıtkabir kadar görülmeye değer bir yer. Çankaya Köşkü içinde yer aldığı için arabanızı parkedip giriş kaydınız yapıldıktan sonra özel bir araçla, bir şöför ve görevli eşliğinde müzeye götürülüyorsunuz. Orada bizi, yine çok güzel Türkçe ile müze hakkında bilgi veren bir görevli karşılıyor. Köşk bahçesi ve müze içinde fotoğraf çekmek yasak. Sadece müzenin dışardan görüntüsünü alabiliyoruz. Bina, 1923’de Atatürk’ün İzmir’de Latife Hanım ile evlendikten sonra  Ankara’da yaşaması için, önceleri de  kullandığı bağ evinin büyütülüp yenilenmesi ile bugünkü şeklini almış. 1923 yılından 1932’de inşa edilen Pembe Köşk’ün bitirilmesine kadar da Cumhurbaşkanlığı Konutu olarak kullanılmış. 

Atatürk Müze Köşkü
Müze’nin beni en etkileyen bölümlerinden biri kütüphanesi ile önemli yemeklere ev sahipliği yapmış yemek odası bölümü oldu. 28 Ekim 1923 günü Atatürk, bu odadaki sofrada “Arkadaşlar, yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” demiş. Elçi Kabul Odası’nda bir katibin görüşmeler sırasında not alması için kullanılan masanın arkasındaki paravan ise Atatürk’ün emriyle Dolmabahçe Sarayı’ndan getirilmiş ve üstündeki tuğralarla gelen elçilere, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni doğmuş bir devlet değil, yüzyıllar süren Osmanlı Devleti’nin devamı olduğunun sözcülüğünü yapıyor adeta. 

Cumhuriyetin ilan edildiği salon - 1.TBMM Binası
Son olarak, Ulus Meydanı’nda bulunan ilk T.B.M.M. Binası’nı da görmeden geçmeyin derim. Girişi sadece 1TL olan  Kurtuluş Savaşı Müzesi ve 1.TBMM Binası’nı görünce Ulu Önderimiz  Atatürk ve silah arkadaşlarına ne çok şey borçlu olduğumuzu bir kez daha anlıyor insan...

12 Mart 2014 Çarşamba

MAÇKA ve SUMELA MANASTIRI



Çoğumuzun en az bir kere adını duyduğu Sumela, Trabzon’dan yaklaşık 50 km. uzaklıkta (ki bu yol 1 saat saat kadar sürüyor), 1150 metre rakımda yer alan bir Rum Ortodoks Kilisesi ve Manastırı. Burası, 360-390 yılları arasında 30 yılda tamamlanmış. O kadar büyülü bir yer ki, ilk gördüğümde yüzyıllarca önce bu kadar yüksekte böyle bir yapıyı inşa edebilmenin zorluklarını düşününce yapanların azmi bana inanılmaz gelmişti. Sumela adını, siyah anlamına gelen ve buradaki Meryem tasvirinin siyah renginden alan  melas” sözünden alıyormuş.

Sumela'ya doğru...
Sumela’ya Trabzon’dan da geçen Karadeniz sahil yolu üzerinden Maçka & Gümüşhane yönüne saparak gidiliyor. Sahil yolunu dik kesen ve tırmanılarak çıkılan bu yol, Zigana geçidine ve buradan da Gümüşhane’ye kadar uzanıyor.  İlk olarak Altındere sapağından devam ederek Sumela’ya oradan da tekrar ana yola  çıkıp Gümüşhane sınırındaki Hamsiköy’e uğruyoruz. Hamsiköy’ün sütlacı çok meşhur. Hazır yerine gelmişken, hep adını duyduğum sütlacın tadına ben de baktım ama çok yoğun bir sütten yapıldığından ve hayli sulu kıvamından olsa gerek benim ağız tadıma pek uygun olmadığını söylemeden geçmiyeyim. Bu sütlacın orjinali cam kasede servis ediliyor ve içine tadını daha iyi versin diye biraz tuz katılıyormuş. Bir de Hamsiköy sütlacını fındıkla yemek gerekir diyor bilenler...

Gelelim Sumela’ya... Kendi aracınızla da gidebileceğiniz  gibi isterseniz tur otobüslerinin bıraktığı yerden kalkan minibüsleri de kullanabilirsiniz, ancak her durumda yolun bir bölümünde yürümek şart. Hayli yüksekteki Manastır’a ister taşıtla gelerek nispeten  yakın bir noktadan (400 metre kadar) tırmanıp  gidebilir, isterseniz de  kondüsyon zorlayıcı ama bir o kadar da zevkli yaklaşık 1 km.lik bir doğa yürüyüşü ile ulaşabilirsiniz. Ben ilk seferinde minibüsle çıkmıştım ancak ikinci gidişimde yürüyerek çıkmayı denedim ve iyi ki de öyle yapmışım dedim.  Bu yürüyüş sırasında vadide akan Meryem Ana Deresi olarak bilinen derenin gürleyen sesi de size eşlik ediyor.

Sumela
Sumela’ya giriş, müze kartınız varsa ücretsiz, kartınız yoksa 8 TL... Hem Sumela’dan vadinin, hem de vadiden sadece belli bir noktada sis izin verirse izlenebilen Sumela’nın manzarası görülmeye değer.  Manastıra ulaştığınızda karşınıza çıkan merdivenlerden dik olanı kiliseye, diğeri ise suyu şifalı olduğu kabul edilen ayazmaya yönlendiriyor gelenleri.

Ziyarete izin verilen bölüm
Kilisenin içini kaplayan freskler ne yazık ki üzeri yazılıp çizilerek hayli tahribat görmüş. Sumela, hem yerli hem yabancı turistler arasında hayli rağbet görmesine rağmen tuvaletleri çok pis.  Uzun süredir restorasyon yapıldığı için çoğu bölümü ziyarete kapalı olan Manastır’ın gezilmesine izin verilen bölümlerdeki freskler ne acıdır ki ciddi tahribat görmüş ve görünürde olmayan güvenliğe bakınca tahribat görmeye de devam edecekmiş gibi bir izlenim bıraktı bende.

Freskler
Yaşadığı tahribata rağmen yine de mutlaka görülmesi gereken bir yer bence Sumela. Miladi takvimin başlarında 4.yüzyılda yürüyerek bile zor çıkılan bir yamaçta, katırlar üzerinde malzeme taşınarak yapılan bu güzel yapı, bunca tahribata rağmen 17 yüzyıl boyunca ayakta kalmayı başarmış ve hala büyük bir ihtişamla Trabzon’un Maçka ilçesinden dünyayı selamlıyor. Bundan sonra bize düşen de, dünyada sayılı yerlerden biri olan Sumela’ya gerçek anlamda  sahip çıkmak sanırım...

6 Mart 2014 Perşembe

TRABZON demek...



Yarı Akdeniz yarı Karadeniz’li olsam da kendimi hep Karadenizli  hissettim. Belki de fazla sıcağı ve sıcakla gelen o uyuşukşuğu sevmediğimden ya da belki Karedeniz insanının çalışkanlığını sevdiğimden... Baba ocağım Trabzon, ama benim orayı ilk ziyaretim, yıllar önce çocukken gittiğim seferi saymazsak, 2006'da oldu.


Trabzon denildiğinde benim aklıma, bir şehirden çok yeşilin tonlarıyla harmanlanmış yaylaları geliyor.  Gerçi bu yaylaları ayrı bir yazımda kısmen anlatmıştım ama hem Trabzon’da hem de Rize gibi komşu illerdeki Karadeniz yaylalarının kelimenin tam anlamıyla çok ayrı bir atmosferi olduğunu düşünüyorum.

Maçka'ya doğru...

Bu küçük girizgahtan sonra gelelim şehir olarak Trabzon denildiğinde benim aklıma gelenlere... İlk adını duyduğumda pek şaşırdığım Taksim’den başlayayım anlatmaya... Şehrin merkezi sayılabilecek bir noktada beş yolun kesiştiği bir yer burası. Taksim’e açılan sokaklardan biri olan Uzun Sokak en eski sokaklardan biri. Bu sokak aynı zamanda Mimar Sinan Caddesi olarak da biliniyor. Cadde üzerindeki sokaklardan birinde eskiden Kostaki Konağı olarak bilinen Trabzon Müzesi  var ve adı gibi uzun olan bu sokağın diğer ucunda da Kanuni Evi yer alıyor.  Muhteşem Süleyman olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman, 1495’de şimdilerde Kanuni Evi olarak bilinen evin de yer aldığı Ortahisar’da doğmuş ve 15 yaşına kadar Trabzon’da yaşamış.  

Trabzon Müzesi


Kanuni Evi
Bu sebeple Osmanlı tarihinde Trabzon’un ayrı bir önemi var, Manisa ve Amasya ile birlikte Şehzadeler Şehri olarak bilinen bir yer burası... Şehri boylu boyunca bölen Tanjant Caddesi’nin diğer adı da Yavuz Sultan Selim Caddesi. İsmini de buradaki son sancak beyi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın babası olan Yavuz Sultan Selim’den alıyor.


1200lü yıllarda bir manastır kilisesi olarak yaptırılan Ayasofya Müzesi  1461’de şehrin Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinden sonra da kilise olarak kullanılmaya devam etmiş.  1584 yılında camiye dönüştürülen yapı, hemen sahil yolunun üst tarafında ve şehrin doğusunda harika manzaralı bir yer.  1964’de müze haline getirilen yapı benim gittiğim dönemde hala müzeyken, Haziran 2013’de tekrar cami olarak ibadete açılmış.

Ayasofya Müzesi
Karadeniz’deki birçok şehirde şehrin en tepelik noktasında Boztepe denilen bir bölge yer alıyor. Giresun, Samsun, Ordu ve Rize de olduğu gibi Trabzon’da da şehrin en yüksek noktasında  Boztepe var ve buradan şehri ve Karadeniz’i seyredip kahve ya da çayınızı yudumlamak ayrı bir zevk.

Boztepe'den manzara
Söz tepelerden açılmışken, Soğuksu semtinde hayli tırmanılarak çıkılan bir noktada çam ağaçları içinde yer alan Atatürk Evi de mutlaka görülmesi gereken yerlerden. 30lu yıllarda Atatürk’ün şehri ziyareti sırasında konuk edildiği köşk, onun ölümünden sonra o dönem kullanılan eşyalarla dekore edilerek müze haline getirilmiş. Müze dıştan ve müze olarak çok güzel bir bina, ancak zaman zaman çok kalabalık oluyor ve fotoğraf çektirmek isteyen gelin ve damatlarla dolup taşıyor. Köşkün bahçesindeki kafede çay içmek çok zevkli olsa da hizmet kalitesi ne yazık ki bir o kadar kötü.

Atatürk Evi
 

Trabzon demişken, mutfağına değinmeden olmuyor haliyle. Tüm Karadeniz'de olduğu gibi balığın özellikle de hamsinin sıkça kullanıldığı bir mutfak Trabzon mutfağı. Herkesin bildiği, tatmamış olsa bile adını duyduğu hamsi kuşu, içli tava hamsiyle yapılan yemeklerden sadece birkaçı. Ama balık dışında da özellikle yaylalarda peynir, tereyağı ve sebze ile yapılan yöreye özgü pek çok yemek var. Bunlardan bazıları trabzon peyniri, tereyağı ve mısır unu ile yapılan kuymak (ki bazıları bunu muhlama olarak da biliyor), etli pazı sarması, bir çeşit taze fasulyeli pilav olan dible, muhallebili börek diyebileceğimiz laz böreği ve trabzon pidesi...


Hazır söz yemekten açılmışken, Trabzon’da özellikle sahilde Akçaabat’taki köftecilerden köfte yemenizi önermeden geçemeyeceğim. Trabzon’dan Akçaabat yönüne giderken sahil tarafında birçok köfteci  var. Bunlardan en ünlüsü ve en eskisi bildiğim kadarıyla Nihat Usta. Bir de Cemil Usta varmış. Ben iki sefer de Nihat Usta’nın yerinde yedim ve memnun kaldım. Nihat Usta 1970li yıllarda 40 kişilik küçük bir lokantayken şimdi 600 kişilik büyük bir restoran olmuş, Cemil Usta da yine 1970li yıllarda açılmış ve şimdilerde Trabzon da 4, Samsun’da 1 ve İstanbul’da da bir şubesi varmış. Akçaabat köftesi nasıl yapılır derseniz, dana ve öküz etlerinin kıyma haline getirilip ekmek ve sarımsak eklemesiyle yapılırmış..


Trabzon’da Kalkanoğlu Pilavı’ndan bahsetmeden geçmek olmaz sanırım. Sahil Yolu’na açılan sokaklardan biri olan Sandıkçılar Sokak ile Kalkanoğu Caddesi’nin kesiştiği noktaya çok yakın bir yerde yer alan Kalkanoğlu’nda kavurmalı et ve pilavla hoşafını yemeden Trabzon’dan ayrılmayın derim. Köfteciler kadar büyük bir restoran olmadığından daha az tursitik ama yine de zaman zaman yer bulmak sorun olabiliyor.


Son olarak Uzun Sokak üzerindeki Çardak Pide’de Trabzon pidesinin tadına bakmadan Trabzon turunuzu tamamlamış sayılmazsınız. Peynirli, kıymalı ve yaprak kıymalı çeşitlerinden ağız tadınıza uygun bir çeşidini denemeniz tavsiye olunur.  Diyeceğim o ki, benim de çocukluğumdan beri hamsisinden diblesine kadar çokça aşina olduğum bir mutfak Trabzon mutfağı. Ancak insan aşina olsa da bu tatları yerinde yemenin zevki ayrı:)


Trabzon sadece merkezini gezeceğiniz bir şehir değil, aynı zamanda Maçka, Çaykara, Akçabat, Araklı gibi ilçelerinde  yer alan yaylaları ve yine Maçka’daki  Sümela Manastırı ile meşhur bir yer. Ama tabi buralarda anlatılacaklar ayrı bir yazı konusu olacak kadar uzun. Oraları da bir başka yazıya bırakıyor ve Karadeniz’in Samsun’dan sonraki ikinci büyük şehrinin bana hatırlattıklarını burada sonlandırıyorum.