26 Mart 2013 Salı

MISIR



Bu geziye çıkmadan önce hep Mısır merak uyandırmıştı bende. Ancak o kadar çok yerden o kadar farklı duyum ve yorum  aldım ki kendim görmeden burası hakkında doğru bir karar vermenin mümkün olmayacağını anladım. Bir şey kesindi; o da buraya mümkünse iyi bir turla gidip iyi otellerde kalmak gerektiği. Biz de böyle yaptık aslında. BP’den birkaç arkadaşım ve aileleriyle çıktık bu tura, hem de oldum olası turla gezmeyi pek sevmeyen benim gibi biri için gayet güzel bir gelişme oldu bu. Turumuz bize özel çok az sayıda kişinin katıldığı kapalı bir turdu. Böyle olunca gezmek de daha zevkli bir hal aldı tabi, yanındaki insanlardan zevk alınca... 


Bir bayram tatiliydi hem de Kurban Bayramı. Kurban bayramlarında Arap ülkelerine gidilmemesi gerektiği konusunu hep duyarım ama gezinin büyük bölümü Nil Nehri’nde geçeceği için bu detayın büyük sorun yaratmayacağını düşündük. Gerçekten de düşündüğümüz gibi oldu. Mısır Havayolları’nın uçağı ile Kasım ayında bir Cumartesi günü yola çıktık. Aslında hem uçak saatinin çok biçimsiz oluşundan hem de uçak yolculuğunun kalitesinden pek de memnun kaldığımızı söyleyemeyeceğim. Sabahın erken saatlerinde Kahire’ye vardık. Ama Kahire’de havalimanından çıkmak o kadar da kolay olmuyormuş!! Neredeyse 3 saate yakın havalimanında toplu olarak alınan pasaportlarımızın bize gelmesini bekledik, bir ara pasaportları bir daha göremeyeceğimizi bile düşündük:) Ama korkulan olmadı ve pasaportlarımıza kavuştuk ve 3 saat sonra havalimanından çıkmayı başardık. 


Kalacağımız otel tam şehir merkezinde 5 yıldızlı bir oteldi. Ancak otele gitmeden önce Kahire’de kale turumuzu yaptık ve otele giderek biraz dinlenmeye karar verdik. Ertesi gün Pazar’dı ve biz de güzel bir sabah kahvaltısının ardından Kahire Müzesi’ni ziyaret ettik. Kahire Müzesi çok farklı, ilginç ve mutlaka görülmesi gereken birçok eseri bünyesinde barındırıyor ancak o kadar kötü bir sergilenme şekli var ve bir o kadar da kalabalık ki çoğu zaman izdihamdan eserlerin yanına yaklaşmak bile mümkün olmuyor. Neyse ki hem konusuna hakim hem de İngilizceyi çok iyi konuşan bir rehberimiz vardı ve bize mümkün olduğunca kalabalığa karışmadan ve mümkün olduğunca çok şeyi paylaşarak müzeyi gezdirmeyi başardı:) Ama zannederim buraya kendim gitsem klastrofobik olduğum için hiçbir şey göremeden çıkardım müzeden. Öğle yemeğinden sonra durağımız dünyanın 7 harikasından biri olan Keops Piramidinin de yer aldığı Giza’nın 3 büyük Piramidi ve Sfenks heykeli oldu. Daha sonra da papirus yapım atölyesini ziyaret ettik. Akşam yemeğinden sonra da güzel bir ses & ışık gösterisi izlemek için tekrar Piramitlere gittik.


Ertesi gün önce Sakkara Piramitlerini sonra da Koptik Kahire’yi  ( Kahire’nin Hıristiyan bölümü) ziyaret ettik. Sonrasında da yerel eşyaların satıldığı Khan El Khali çarşısını gezdik. Kahire’de ve genelde Mısır’da gözüme çarpan en önemli nokta, hiç kimsenin trafik kurallarına uymayışı, gece arabaların far yakmaması ve karşıdan karşıya ancak yola kendini atarak geçilebilmesi oldu. Anlayacağınız birkaç ezilme tehlikesinden sonra İstanbul trafiğini mumla arar hale geldik:)


Dördüncü günümüzde artık Luxor’a doğru yola çıkıp gemimize binmeye hazırdık. Ancak bunun için önce yapılması gereken bir uçak yolculuğu vardı. Sabah erken bir uçakla 1 saatlik kısa bir yolculuk sonrası Luxor’a vardık ve Nil üzerinde yolculuk yapacağımız gemimize transfer olduk. Nil’deki gemiler farklı farklı ve çok şık & güzel gemiler olduğu gibi çok daha kötü durumda olan nehir gemileri de var. Limanlarda fazla yer olmayışından dolayı kendi geminize zaman zaman başka gemilerin içinden geçerek gidiyorsunuz, hal böyle olunca da bu gemiler hakkında genel bir bilgi edinmeniz mümkün oluyor. Biz şanslıydık ve “Alexander “ adındaki gemimiz eski olmasına rağmen henüz yenilenmiş ve ilk yolcuları biz olarak yeniden sefere çıkmaya hazırlanan bir gemiydi. Kamaramıza girince ne kadar şanslı olduğumzu bir kez daha gördük. Kamaramızda bir adet çift kişilik, 2 adet de tek kişilik yatağın yanısıra çok geniş bir dolabımızla kamara içinde kocaman boş bir alanımız ve de tamamı ahşapla kaplı küvetli bir banyomuz vardı:) Yani gemi yolculuğu için güzel bir başlangıç yapmıştık.


Gemide yediğimiz güzel bir öğle yemeğinden sonra Nil Nehri’nin batısına geçerek Memnon heykellerini, Krallar Vadisi’ni ve Hatçepsut tapınağını ziyaret ettik. Bu güzel günün ardından gemide güzel bir yemeği hak ettik doğrusu.


Beşinci günümüzde gemideki kahvaltıdan sonra antik başkent Luxor’un doğu kıyısını keşfetmek üzere Mısır’ın ve dünyanın en büyük tapınağı olan Karnak tapınağını ve Luxor Tapınağını ziyaret etmek için yola çıktık. Gemiye döndüğümüzde artık gemimiz hareket etti ve daha sonra Esna’da kanaldan geçerek Nil üzerindeki yolculuğumuzu sürdürdük. 


Yol boyunca yerel halk sandallarla geminin yanına gelerek yöresel ürünler satıyor ve ilgilendiğinizi gördükleri ürünleri çok ilginç bir şekilde size gemiye atıyorlar siz de almak isterseniz pazarlık yapıp parasını aşağıya atıyorsunuz. İlginç bir pazar oluşmuş anlayacağınız:)


Ertesi gün artık Edfu’daydık. Kahvaltının ardından Edfu’da tüm Mısır’da en iyi korunmuş tapınak olan Horus tapınağını ziyaret ettik, öğle yemeğinden sonra da Kom Ombo’ya vardık ve Sebek tapınağını ziyaret ederek Aswan’a doğru hareket ettik. Akşam saatlerinde artık Aswan’a varmıştık. Burada gemiden inerek şehirde ve hediyelik eşya satan dükkanlarda ufak bir tur yapmak istedik ama neredeyse bir at tarafından eziliyordum bu macera sonunda, o yüzden kendi adıma artık gemiye dönme vakti geldiğine karar verdim:)


Son günümüzde  kahvaltının ardından 2.Ramses’in yaptırdığı Abu Simbel tapınağını ziyaret etmek üzere 20 dak. bir uçuşla Abu Simbel’e gittik. Buranın gerçekten çok etkileyici bir yer olduğunu söylemem gerek. Bu geziden sonra tekrar uçakla Aswan’a dönerek dünyanın 3. Büyük barajı olan Aswan Baraj’ını, Philae tapınağını, granit taş ocaklarını ve bitmemiş dikilitaşı gezdik. Sonrasında da güzel bir kapanış yapmak üzere yerel motorsuz yelkenli teknelerle (yani felluca’larla) Nil üzerinde keyifli bir gezi bekliyordu bizi. Bu gezinin sonunda kendimizi ünlülerin de sıkça ziyaret ettiği ve bazı filmlere bile konu olmuş “Cataract Otel” inde bulduk. Güzel bir kahve molası verdik kendimize.  Gemideki veda partisinin ardından artık güzel anılarla dönüş yolculuğu için hazırdık.

25 Mart 2013 Pazartesi

ZAGREB


Zagreb aslında Balkanlar'a gitmiş olmama rağmen uğrama fırsatı bulamadığım şehirdi ve bilet fiyatları da kampanyaya girince gitmek için iyi bir fırsat olacağını düşündüm. Hemen bir arkadaşımın aklını çeldim, hepi topu 3 günlük bir gezi olduğundan uzun süreli izin almak da gerekmiyordu ne de olsa...Uzun bir haftasonu yani..Ucuz uçak biletlerimize bir de otel rezervasyonu ekledik ve hazırdık artık bu kısa yolculuk için...




Zagreb’e hergün THY’nın tarifeli seferi mevcut. Biz de bir Cumartesi günü yola çıktık ve kısa bir yolculuktan sonra vardık Zagreb’e. Bu arada benim gittiğim dönemde Schengen vizesi yoktu Hırvatistan için. O yüzden vize konusunu da pas geçmiştik ama 1 Nisan 2013 itibariyle artık Hırvatistan’ın herhangi bir şehrine gitmek isterseniz Schengen vizesi almanız gerekiyor.

Otelimiz
 

Gelelim Zagreb’e; küçük bir havalimanı var bu şehirde ve havalimanı ile şehrin arası pek de uzak sayılmaz. Taksiyle rahatça ulaşabileceğiniz gibi her yarım saatte havalimanından kalkan “shuttle” otobüslerle çok ucuz bir fiyata şehir merkezine gidebiliyorsunuz. Biz shuttle kullanmayı tercih ettik.  Kalacağımız Sheraton Otel tam şehrin merkezinde, o yüzden şehri gezmek bizim için pek zor olmadı. Zagreb’te, günlük ya da birkaç günlük “Zagreb Card” alarak bütün toplu taşıma araçlarına binmek mümkün. Biz de havalimanından bu kartlardan edindik. İşin güzel tarafı bu kartı ne zaman aldığınız önemli değil, ilk kullanımda zaman çalışmaya başlıyor.

Görülecekler
 

Öğleden sonra otele  vardığımızda hemen yürüyerek şehir merkezine doğru yola çıktık. İlk durağımız “Ban Josip Jelacic ” Meydanı oldu. Buradaki bir kafede kahvemiz ile birlikte meşhur olduğunu duyduğumuz pastalardan tattık.  Buradan da daha yukarıda bir meydanda bulunan Meryem Katedrali’ni (The Cathedral of Assumption of the Blesses Virgin Mary) ziyaret ettik. 

Meydana giden cadde


Ban Jelacic Meydanı

Katedral

Burası geniş bir meydanda ve etrafında çeşitli hatıra eşyaları da satın alabileceğiniz çok sayıda butik var. Buradan tekrar şehir merkezine gidip önce St. Mark’s Kilisesi’ni, sabahları bir açıkhava pazarı haline gelen Dolac Market’in kapanmış halini ve El Sanatları Müzesi’ni (Arts & Crafts Museum) ziyaret ettik. Bu yürüyüşle finikülerin üst tarafına ulaşmış olduk ve buradan şehrin gün batarken ki görüntüsünün harika olduğunu söylemek gerek sanırım.

Sokaklar

St. Mark Kilisesi

Akşam Yemeği mekanımız

Zaman epey ilerlediğinden güzel bir akşam yemeği yemek için önceden kararlaştırdığımız bir restorana uğradık. Otele vardığımızda saat bayağı ilerlemiş, biz de bayağı yorulmuştuk gezmekten.


Zagrep'de gün batarken

Finiküler

Meydana yürürken...
 

Sabah güzel bir kahvaltının ardından yanımıza Zagreb kartlarımızı da alarak şehir turumuza başladık. İlk durağımız finiküleri kullanarak gittiğimiz ismi bize çok ilginç gelen “Kırık Kalpler Müzesi” (Museum of Broken Relationships) oldu. Sanat Müzesi, Teknik Müze ve “The Croatian Museum Naive Art” müzelerini de ziyaret ederek öğle yemeğimizi şehir merkezindeki “İvica i Marica” (yani Hansel & Gretel) adlı yerel bir restoranda yedik. 

Cafe TavaKava- kahvaltı mekanımız

Dolac market

Hansel & Gretel

Museum of Broken Relationships

Barlar Sokağı

Buradan da şehrin sokaklarındaki gezimize devam ettik. Bu şehirde bir müze bolluğu olduğunu görmemek mümkün değil ama bu müzeler birkaçı hariç çok ufak çaplı yerler...

Kahvaltımızı beklerken

Ertesi gün Maksimyr Park ve şehrin yakınındaki göllerden birini ziyaret etmek üzere nerdeyse şehrin her noktasına giden tramvaydan faydalandık. 

Göl manzarası

Tramvaydan görünüm



Eee kısa zaman çabuk geçiyor tabi, son günümüzde uçağımız öncesinde sabah açılışı ile birlikte soluğu “Mimara Müzesi”de aldık. Burada sergilenen eserlerin beni çok etkilediğini ve bu müzeyi beklediğimden çok daha başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. 

Artık Zagreb’e veda zamanı geliyor...

ANTAKYA



Antakya’ya gitme fikri uzun süredir aklımdaydı ama gitme şansını ancak 2009 yılında bir bayram tatili sayesinde yakaladım. Önce, ismini çok duyduğum ama bir türlü boş oda bulamadığımız Savon Otel’de yer ayırtarak işe başladık. Bu sefer yer konusunda hem erken davrandığımız hem de otelin ortaklarından birinin bir okul arkadaşımız olduğunu öğrendiğimiz için şans bize güldü. Bundan sonra yapılacak tek şey, millerimizi kullanarak uçak biletlerimizi almak oldu. Bayram tatili olmasına rağmen biraz erken davrandığımız için bilet konusunda da pek sıkıntı yaşamadık.
 

Uçağımız akşam saatlerinde olduğu için ancak akşam yemeği saatinde otelimize ulaşabildik. Otele varınca gerçekten doğru bir tercih yaptığımızı düşündüm. Otel, aslında bir sabun fabrikasıymış ve adını da bundan alıyormuş. Sonradan renove edilip zevkli bir şekilde döşenerek butik bir  otel haline getirilmiş. 

Otelimizin avlusu



Antakya aslında küçük bir şehir ve otelin konumu eski şehrin içinde olduğu için görülecek/gezilecek yerlere yürüme mesafesinde. İlk günümüzde bize Antakya’lı arkadaşımız da eşlik ettiği için şehirde görülmesi gereken yerleri hem de çok iyi bir mihmandar sayesinde gezmiş olduk. Antakya’da eski şehir, daha çok bir kasaba kıvamında ve sokakları asfalt olmasına rağmen ne yazık ki şehirde bir toz hakimiyeti var. 

Şehirden bir görüntü

Ara sokaklar

Eski şehirde bir bina
Antakya’da mutlaka görülmesi gereken yerler içinde; Ortadoks Kilisesi, Katolik Kilisesi, Protestan Kilisesi (ki bu bina Fransızlar döneminde Lübnan-Suriye Bankası olarak yapılmış), Habib-i Neccar Camisi, Ulu Cami, Havra, Uzun Çarşı, Kurşunlu Han, Kurşunlu Caddesi’ni  (ki bu cadde antik çağlarda sütunlu cadde olarak biliniyormuş ve otelimizin de üzerinde olduğu cadde) sayabiliriz sanırım. 

Kurtuluş Caddesi üzerinde binalar

Kurtuluş caddesi üzerinde binalar


Bu şehirde gezerken Anadolu’nun gerçekten bütün dinleri barındıran bir mozaiği olduğunu çok net bir şekilde görmek ve hissetmek mümkün. Aynı cadde üzerinde havra, kilise ve camiyi yanyana görebileceğiniz nadir yerlerden biri burası. Eski şehirden bir köprüyle geçerek ulaştığınız şehrin yeni tarafında yer alan Mozaik Müzesi de görmek için zaman ayırmanız gereken bir yer doğrusu.

Mozaik Müzesin'den Lahit

Bu güzel şehir turunu kah yürüyüp kah dinlenip yaparken akşam oluverdi. Yemek konusunda hiç zorluk çekmeyeceğiniz Antakya’da, her yediğimizin tadı damağımızda kalıyor. Şehir içindeki Kurtuluş Caddesinde yemek yiyebileceğiniz birçok yerel restoran ve konak bulmanız mümkün. Antakya yemeklerinde çeşitli baharatlar kullanılıyor ve mezelerin zenginliği ile ün yapmış mutfakta, cevizli biber, humus, küflü çökelek salatası, taze çökelek salatası, kısıra benzeyen sarmaiçi hemen hemen tüm restoranlarda karşımıza çık.  Bulgurun yoğun kullanıldığı Antakya Mutfağı’nda pilav çeşitleri bir hayli zengin. Ana yemek olarak da kağıt kebabı, tepsiye et, oruk, ekşi aşı, şıhıl mahşi, arap kebabı, maklube, etli aşur tadı damağımızda kalan yöresel yemekler arasında. Nar ekşisi neredeyse bütün salatalarda kullanılıyor ve tabi burada sos yerine gerçek nar ekşisi  yiyebildiğimiz için midemiz bayram ediyor:) Bu arada künefeyi de unutmamak gerek sanırım. Buradaki künefeyi o kadar seviyoruz ki dönerken yanımızda getirmeyi bile ihmal etmiyoruz. Antakya’da ayrıca defne ve defneden yapılan ürünler, ipekçilik çok meşhur.


Antakya’daki üçüncü günümüzde bir taksi ile anlaşarak yakında bulunan Samandağ, Titus Tüneli, St.Simon Manastırı, Hızır Türbesi, Vakıflı Köy ve Hıdırbey’deki çınar ağacını gezdik. Bu yoğun günün sonunda otelimize dönüp arkadaşlarımızla zevkli bir akşam yemeği yedik

Titus Tüneli

Samandağ

Ertesi gün akşam saatlerindeki uçağımıza gitmeden önce gezmeyi son güne bıraktığımız ipekçiliğiyle ünlü Harbiye’ye gitmeye karar veriyoruz. Burası da şelalesi ve doğal güzelliği ile ünlü, aynı zamanda ipek ürün alışverişi yapabileceğiniz bir yer. Son gün de alışverişi ihmal etmiyoruz anlayacağınız.

Şehrin kuşbakışı görünüşü
  

Ve dönüş vakti gelip çatıyor. Aslında sadece 3 gün geçirmemize rağmen dolu dolu yaşanan günler olduğundan mıdır, bize çok daha fazla bir zaman geçmiş gibi geliyor. Gezmek böyle bir şey galiba; insanı besliyor hele dostlarla yapılırsa...

24 Mart 2013 Pazar

KOTOR

Hayatımda ilk defa bir arkadaşımın çektiği fotoğraflara hayran olduğum için bir yere gitmeye karar veriyorum. Bahsettiğim yer; Kotor... Burası Karadağ’a bağlı bir şehir ve gitmek için sadece uçak ve otel rezervasyonu yapmanız yeterli zira vize de gerekmiyor:) Karadağ’a gitmek için Podgorica havalimanına gitmeniz en pratik yol ama buradan yaklaşık iki saatlik bir kara yolculuğu ile Kotor’a ulaşıyorsunuz. Kotor’da (eğer buradan Dubrovnik gibi daha büyük şehirleri ziyaret etmek için Hırvatistan tarafına geçmeyecekseniz) iki gün kalmanız yeterli...

THY’nin tarifeli seferi ile önce Podgorica’ya oradan da virajlı ama bölüm bölüm harika manzaralı bir karayoluyla Kotor’a ulaşıyoruz. Podgorica havalimanı bir başkent havalimanı olduğu düşünülürse aslında çok küçük. Aynı şekilde şehir de bir başkentten çok, küçük bir kasaba kıvamında... Bizi karşılayan arabamızla Kotor’a giderken yol üzerinde ünlü Sveti Stefan adasını da görüyoruz. Sveti Stefan Adası, eskiden zenginlerin evlerinin bulunduğu bir adayken şimdi “Aman Resorts” otel zinciri tarafından işletilen bir yer olmuş.

Sveti Stefan

Otelimiz Palazzo Radomiri’ye vardığımızda vakit akşama yaklaşıyor. Bu butik otel, sakinliği ile göl gibi duran denizin tam kenarında ve önünde fazla arabanın geçmediği , bizim şehir merkezine giderken yürüyüş yapmak için kullanacağımız asfalt bir yol var. 

Odadan manzara

Yürüyüş yolu


Odamıza yerleştikten sonra, önce yorgunluk kahvemizi içiyor sonra da şehre giden yaklaşık 3 km.lik manzarası muhteşem yolda yürümeye karar veriyoruz. Tam da gün batımına denk geldiği için yanımızdaki koy, gerçek bir göl gibi görünüyor gözümüze. Şehre yaklaştığımızda limana demirlemiş “cruise” gemilerini görüyoruz. Genelde bu gemiler sabah gelip, gün içinde şehirde kaldıktan sonra akşam başka limanlara doğru yol alıyorlar. İlk gecemizde İtalyan yemeği yiyoruz. Kotor aslında Dubrovnik’in biraz daha küçüğü, etrafı kale surlarıyla çevrelenmiş bir şehir. 

Kotor şehir girişindeki saat kulesi
  
İlk gecemizi böylece geçirdikten sonra ertesi gün Kotor yakınında daha küçük bir şehir olan Budva’ya gitmeye karar veriyoruz.

Yürüyüş yolu



Güzel bir kahvaltının ardından istikametimiz, halka karışarak yapmaya karar verdiğimiz Budva yolculuğuna çıkmak üzere şehir merkezindeki otobüs terminali... Buradan yakın yerlere otobüs seferleri var. Ancak otobüsler eski ve klimasız olduğundan mevsimin yaz olmadığına şükrediyoruz:) Sonunda yola çıkıyor ve yaklaşık 25 km.lik mesafeyi bir saate yakın bir sürede alıyoruz. Budva otobüs terminali aslında şehir merkezine çok yakın ama yolunu bilmediğimizden önceden pazarlık yaparak bir taksiye biniyoruz. Karadağ’da taksiye mutlaka önceden pazarlık ederek binmek gerekiyor çünkü taksimetre bile çalışsa taksiciler farklı tarifeler kullanarak yüksek meblağlar talep edebiliyor. 

Budva, surlar içinde kurulmuş küçük ama çok şirin bir şehir. Ekim ayında olmamızdan dolayı Kotor’daki  gibi şehrin dar sokakları bize kalmış görünüyor... 

Budva Kalesi
Budva sokakları

Kahvemizi yudumladıktan sonra kendimizi şehrin dar sokaklarında dolaşmaya veriyoruz, bir de kalenin tam kenarında harika bir manzara yakalıyoruz. Deniz mahsulleri yediğimiz güzel bir öğle yemeğinin ardından şehirde dolaşmaya devam ediyor ve sonra da otobüs saatimize kadar güzel bir kafede soluklanıyoruz.

Budva’dan yine eski bir otobüsle seyahat ediyor ve otelimize gitmeden önce Kotor’da biraz zaman geçirip hediyelik eşya dükkanlarını ve dar sokakları geziyoruz. Bir gün öncesinde önünden geçerken beğendiğimiz bir restoranda yemek yedikten sonra otelimize dönüyoruz.

Kotor’daki son günümüzün sabahında güzel bir kahvaltının ardından önce Perast’a gidiyoruz. Perast, Kotor’a taksiyle 10 dakikalık mesafede çok küçük bir sahil kasabası. 


Perast

Perast’tan tekneyle üzerinde küçük bir kilise olan adaya geçiyoruz. Burası aslında sonradan deniz doldurularak yapılmış bir ada ve bu adanın hemen yanında doğal yollarla oluşmuş St. George Adası var. Bu güzel gezinin ardından öğle yemeğini denize sıfır bir restoranda yiyoruz. Havanın güneşli ama yakıcı olmaması bu gezimizi daha da güzel bir hale getiriyor:)

Perast'tan adaya gidiş

St George Adası
 
Öğleden sonra bu kez Kotor kalesine çıkmak üzere Kotor şehir merkezine gidiyoruz. Kotor Kalesi’ne çıkış çok yorucu ama buradaki manzara bütün yorgunluğumuza değiyor doğrusu. Güneşi de böylece batırdıktan sonra şehir merkezinde yemeğimizi yiyoruz. Ancak hava bu kez bize biraz kötü davranıyor ve yağmurdan dolayı dışarda oturmak mümkün olmuyor. Yine de güzel bir veda yemeği yiyoruz.

Kotor kalesini çıkarken manzara


Ve bu güzel gezi, ertesi sabah kahvaltıdan sonra havalimanına doğru yaklaşık 2 saat süren bir araba yolculuğuyla sonlanıyor...