23 Mart 2013 Cumartesi

GÜNEY AMERİKA



BREZİLYA-ARJANTİN-ŞİLİ Üçlemesi

(Kaynaklar sınırsız olsa, defalarca tekrarlamak isteyeceğim bir gezi:)


Her zaman Güney Amerika’yı görmek hayalimdi. İşin kötüsü o kadar uzun yola çıkınca insan birkaç yeri görmek istiyor hazır gitmişken, tabi bu da hem zaman hem de ciddi maddi kaynak gerektiriyor... Neyse ki şanslıydım ve  böyle bir fırsat yaratabildim kendime. Ve tabi bütün buraları görmek için  hiçbir vize gerekmeyişi de işin cabası...


Gezimiz, önce Paris üzerinden Rio de Janeiro’ya giderek başladı. Allahtan İstanbul’dan Paris’e gelen uçakla Paris’ten Rio’ya giden uçağın arası yakındı da bağlantı için fazla beklemek zorunda kalmadık. Benim gittiğim dönemde ne yazık ki Turkiye’den Brezilya’ya direkt uçak seferi yoktu ve en hızlı bağlantıyı sağlayan havayolu da Air France olduğu için Paris aktarmalı olarak Rio’ya uçtuk. Şimdi ise THY’nin San Paolo’ya direkt uçuşu var. Bir de İberia uçuşunu kullanabilirsiniz ama onunla giderseniz transfer için uzun saatler havalimanında geçirmeyi göze almanız gerekiyor. Bu kısa yol bilgisinden sonra ana konuya dönelim ve ilk durağımız olan Rio de Jeneiro’da neler yapılabilir  ve mutlaka görülmesi gerekenler neler biraz onlardan bahsedelim:

Rio de Janeiro deniz kıyısında bizim Antalya ile İstanbul’un karışımına benzeyen bir şehir. Copacabana Plajı, Guana Bara Körfezi, Ipanema Plajı, Leblon, Maracana Stadyumu, Katedral, Corcovado, Sugar Loaf Tepesi, Kraliyet Sarayı Vargas Caddesi, Rio’nun olmazsa olmazları... Bir de Brezilya’da önemli miktarda yarı değerli taş üretimi var ve bunların fabrikalarını da gezmeniz mümkün.  Biz de bu dediklerimi 2 güne sığdırarak yaptık. Öncelikle Corcovado Tepesi’nden başlayayım. Rio’nun sembolü olmuş bu tepede ünlü İsa Heykeli var ve buraya İsviçreliler tarafından yapılmış Manorail adlı raylı sistemle çıkılıyor. Buradan Rio’nun manzarısını seyretmeye gerçekten doyum olmuyor:)
Bunun yanında Copacabana, Ipanema ve çok daha lüks bir semt olan Leblon’dan geçen sahil yolunun büyük bölümü Pazar günü trafiğe kapatılıyor ve bu geniş yolda yerli halk ve turistler yürüyerek, bisiklete binerek, köpek gezdirerek, koşarak zaman geçiriyorlar. Biz de şanslıydık ve Pazar gününü şehirde geçirdiğimiz için otelimizin bulunduğu Copacabana’dan Leblon’ a kadar uzun parkuru (yaklaşık 5km) yürüyerek gezme fırsatı bulduk hem de bir paralel sokakta Pazar günleri kurulan ve hediyelik eşyaların da satıldığı pazarı gezme fırsatı yakaladık... Bir de mevsimin, bizim için kışken Güney Yarımkürede yaz olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. Ben gittiğimde İstanbul’da mevsim ilkbahar olduğu için Güney Amerika’da sonbahardı ve hava ılımandı. Ne yazık ki Rio karnavalı yazın yapıldığı için onu görme fırsatımız olmadı ama karnavalın yapıldığı mekanı gördük. Adeta boş bir pazar alanını andıran büyük meydanda o kadar renkli gösterilerin yapıldığına inanmak çok zor..


Rio’da en fazla gözüme çarpan neredeyse bütün apartmanların önünde güvenlik için yapılmış demir parmaklıklar ve otellerin girişindeki güvenlik görevlileri... Bizim de otelimizin bulunduğu ana caddeden bir sokak arkaya gittiğinizde hele hava karardığında kendinizi pek de güvenli hissetmiyorsunuz. Bize dediklerine göre çok fazla hırsızlık olduğu için neredeyse bütün apartmalara bu demir parmaklıklar yapılmış ve güvenlik görevlileri girişlerde işbaşında. Bize de, şehirde gezerken yanımızda çok fazla para taşımamamız konusunda uyarı yapıldı. Zaten bu demir parmaklıklı durumu görünce biz de işin ciddiyetini kavradık galiba...


Rio de Janeiro’dan sonraki durağımız aynı zamanda Breziya, Arjantin ve Paraguay arasında sınır oluşturan Iguazu. Rio’dan  Iguazu’ya yerel bir havayolu ile yaklaşık 3 saatlik bir uçuştan sonra vardık. Burası dünyanın 3. büyük şelalesiymiş. Burada iki ülkeyi birbirinden ayıran Parana nehrinde zodiak botlarla tur yapmak mümkün. Ama bu turda tam şelalenin ağzına gidildiği için baştan aşağı sırılsıklam olmayı göze almanız gerek:)  Iguazu’da eğer boş zamanınz varsa benim yapmadığım ama yapabileceğiniz bir aktivite de Kuş Parkı’nı ziyaret etmek ya da günübirlik Paraguay ziyareti.


Iguazu’dan sonraki durağımız ise Arjantin’in başkenti Buenos Aires.  Havalimanına gidebilmek için öncelikle Iguazu’dan kara sınır kapısından Arjantin tarafına geçiyoruz ve buradan da Iguazu’nun Arjantin tarafındaki havalimanından uçakla Buenos Aires’e doğru yaklaşık 2 saatlik yolculuğumuza başlıyoruz. Buenos Aires’te  şehir merkezindeki otelimizin yeri mükemmel. Buenos Aires’te ilk gözüme çarpan buranın Rio’da farklı olarak tam bir Avrupa şehri havasında olması. Burada akşam yemeği için Puerto Madero Bölgesi’ni (burası eski metruk bir liman bölgesiyken sonradan güzel restoranların, “pub”ların, barların açıldığı bir bölge olmuş) ya da şehir merkezini deneyebilirsiniz. Arjantin’de et yemeden dönmemek gerektiğini de sanırım küçük bir not olarak belirtmek gerek:)


Ertesi gün, Buenos Aires’te yapacağımız güzel bir şehir turu ile güne başlıyoruz. Bu turda mutlaka görülmesi gereken yerler; San Martin Alanı, Avenida Julio 9, Obelisk, Casa Rosada, Palermo Parkı, San Thelmo, La Recolatta (ki burası Buenos Aires gece hayatının kalbinin attığı yer ve şehrin Paris kesimi olarak adlandırılıyormuş), Eva Peron’un mezarı, Parque de la Florida, Pilar Kilisesi, La Boca ve burada renkli binaları ile ünlü Caminato, Metropolitan Katedrali ve Kongre Sarayı...Açıkçası tüm bu yerleri gördükten sonra başka bir şey yapmaya pek mecaliniz kalmıyor:)


Sonraki gün de yine şehirde gezmeyi tercih ettim ama isterseniz liman bölgesinden kalkan gemilerle birkaç saatlik deniz yolculuğu ile  günübirlik Uruguay’a da gitmeniz mümkün. Ayrıca Arjantin, dericiliği ile de çok biliniyor ve uygun fiyata kaliteli deri alışverişi yapabileceğiniz birçok dükkan var şehirde. Aynı akşam Arjantin’deki meşhur tango okullarından Carlos Gardel’in (bizlerin La Comparsita adlı eserini yakından bildiğimiz tango eğitmeni) yemekli tango gösterisini seyrediyoruz. Arjantin’de birçok tango okulu mevcutmuş ve benzer lokallerde yemekli ve/veya yemeksiz izleyebileceğiniz gösteriler sergileniyor. Bizim gittiğimiz gösterinin nefes kesici olduğunu vurgulamadan geçmek istemem..


Buradan sonraki durağımız Şili oluyor. Kısa bir uçak yolculuğundan sonra Santiago de Chile’ye varıyoruz. Ne yazık ki günlerden Pazar olduğu için şehir ölü gibi ve çoğu yer kapalı. Burada da bir şehir turu yapmak isterseniz görmeniz gereken yerler;  Pinochet’in Eski Sarayı, Saray Meydanı, San Cristobal Tepesi, Atatürk Meydanı ve Heykeli ve O’Donnell Caddesi olabilir sanırım. Akşam ise barların bulunduğu Avenida de Suecia’da eğlenmeniz mümkün.


Güney Amerika’daki son tam günümüzde, şu an Şili Parlementosu’nun da bulunduğu Pasifik Okyanusu kenarındaki ünlü sayfiye şehirleri Valparaiso ve Vina del Mar’ı ziyaret ediyoruz. Burada ünlü tatil cenneti ve balayı adası olarak bilinen Paskalya Adaları’na ait binlerce yıl öncesinden kalmış kalıntıların bulunduğu Fonck Müzesi’ni bir benzeri Zürih’te bulunan çiçeklerden yapılmış meydan saatini, Şili devlet başkanının yazlık konutunu görüyoruz. Buradan sonra da Valparaiso’da panoramik tepeye çıkarak otantik eşyalarla birlikte ünlü lama yününden yapılmış panço, çorap ve şalları görüyoruz. Tabi bunları görüp de elimiz boş dönmek pek mümkün olmuyor... Santiago de Chile’den Valparaiso’ya giderken yol boyunca ünlü Şili şaraplarının hammaddesi olan üzüm bağlarını da görüyoruz:)


Bu heyecan verici geziden sonra ertesi gün Şili’den San Paolo’ya uçakla transferle  Paris üzerinden İstanbul’a doğru uzanacak uzun yolculuğumuza başlıyoruz.  Dediğim gibi uzun olmasına rağmen tadı hala damağımda kalarak döndüğüm ve tekrar zaman ve para kaynağı yaratabilirsem görmekten büyük zevk alacağım bir bölge burası:) 

Benim için en kötü anılardan biri de yolculuğun daha başındayken fotoğraf makinemin bozulması ve bütün gezi boyunca kendi adıma tek kare fotoğraf çekememem oldu:( 
Bir dahaki sefere en azından fotoğraf çekme bahanesiyle buralara tekrar gelmeliyim diyorum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder