9 Mayıs 2015 Cumartesi

Harry Potter'ın Doğduğu Şehir: EDINBURGH


Büyük Britanya Krallığı’nin bir parçası olan İskoçya’nın başkenti Edinburgh’a THY’nin hergün yapılan seferleriyle ulaşım mümkün. Biz de böyle yapıyor ve  4 saatlik bir yolculuk sonrası Ediburgh’a varıyoruz. 

Edinburgh


Havalimanından şehre ulaşmak için taksi kullanabileceğiniz gibi çok pratik bir şekilde Airlink 100 adı verilen shuttle otobüs hizmetiyle tek yön 4.5 Pound (gidiş-dönüş 8 Pound) vererek yarım saatte şehrin tam göbeğindeki Waverly Köprüsü’ne ulaşıyoruz. Havalimanından şehre ulaşmanın bir diğer alternatifinin de tren olduğunu burada eklemem gerek sanırım. Waverly Köprüsü ve hemen bunun yanıbaşındaki Waverly İstasyonu kalacağımız Motel One’a da çok yakın. İndiğimiz yerden 5 dakika yürüyerek otelimize ulaşıyor ve sadece 3 gün kalacağımız için de “vakit nakittir” diyerek hemen eşyalarımızı bırakıp şehri gezmeye başlıyoruz.

Motel One'dan Princes Street & Waverly İstasyonu
 

Edinburgh bir vadi üzerinde kurulu oldukça eski bir şehir. Şehrin eski ve yeni bölümleri birbirinden Waverly Köprüsü ve Waverly İstasyonu ile ayrılıyor. Hemen Waverly Köprüsü’nün yanı başında ismini aynı zamanda İskoçya’ya ismini de veren Sir Walter Scott’dan alan Scott Monument (Scott Anıtı) yer alıyor.  

Scott Monument


Waverly İstasyonu

Old Town olarak bilinen bölümde görülmesi gereken en önemli yerler arasında İngiltere Kraliçe’sinin yaz aylarında iki haftasını geçirdiği (Palace of Holyrood House) Holyrood Sarayı ve Edinburgh Kalesi yer alıyor. Bu iki önemli yapının arasındaki cadde ise Royal Mile olarak biliniyor. Royal Mile üzerinde tarihi yapılarda hizmet veren pek çok hediyelik eşya dükkanının yanı sıra lokal restoranlar mevcut.  Bu tarihi binalar arasında “Close” adı verilen ve bir nevi binaların altındaki geçitler şeklinde niteleyebileceğimiz dar sokaklar da, özellikle geceleri şehirdeki “Korku Turlar”ına ev sahipliği yapıyormuş.  Bu geçitlerden en bilineni “The Real Mary King’s Close” hemen Royal Mile’ın orta bölümündeki St. Giles Katedrali’nin karşısında çok merkezi bir yerde. Hazır yeri gelmişken, St. Giles Katedrali de kanımca görülmesi gereken yerlerden biri. Holyrood Sarayı’nın bulunduğu Canongate Caddesi’nden ilerleyerek ulaşabileceğiniz High Street ve buranın sonundaki Lawn Market, Royal Mile dediğimiz yolu oluşturuyor. Old Town da görülmesi gereken yerlerden biri de özellikle yemeğin adresi olarak bilinen ve Royal Mile’ın biraz güneyinde kaleye çok yakın bir bölgede yer alan Grassmarket. Oldukça renkli ve hareketli bir bölge olan Grassmarket’a da mutlaka uğrayın derim.


Royal Mile'dan...

Holyrood Sarayı

Royal Mile

St.Giles Katedrali

Close...
Grassmarket

 
Lawnmarket - Royal Mile


Grassmarket
Royal Mile
Royal Mile'da yağmur...


Eski Şehrin hemen karşısında yer alan ve bir vadiyle ayrılan New Town’da ise görülmesi gereken en önemli yer, şehri kuşbakışı görebileceğiniz ve aynı zamanda anıtsal bir yapıyı da barındıran Calton Hill. Calton Hill’e, hemen Waverly Köprüsü’nün diğer tarafında, Royal Mile’a paralel olarak uzanan Princes Street’in doğu ucunda yer alan Waterloo Place’den hafif rampa bir yolla ulaşmak mümkün. Özellikle gün batımında buradan kuşbakışı Edinburgh manzarası seyretmenin tadına doyum olmuyor.

Calton Hill'den...

Calton Hill
 

Şehrin New Town denilen ve nispeten daha yeni inşa edilmiş bölümü de 1800li yıllarda yapılmış ve hala da binaları yapıldığı şekliyle korunuyor. Bu bölümde de güneyden kuzeye doğru genelde alışveriş yapabileceğiniz zincir veya lokal mağazaları barındıran Princes Street, daha çok restoranların yer aldığı Rose Street ve daha pahalı alışveriş mağazalarının yer aldığı George Street sıralanıyor. Bu caddelerin hepsinin doğu ucu St. Andrew Square, batı ucu ise Charlotte Square’de sonlanıyor. Her iki meydan da ufak parklar şeklinde niteleyebileceğimiz görsel anlamda beni çok etkileyen yerler oldu. Princes Street üzerindeki Jenners, 1838’den beri aynı tarihi binada hizmet veren İskoçya’nın en eski çok katlı mağazasıymış.

Jenners

St.Andrew Square

New Town'ın olmazsa olmazlarından biri de Dean Village adında şehrin yürüyerek 15 dakika kuzeybatısındaki mahallesi. Burada Water of Leith (Leith Suyu) boyunca Dean Village ile Stockbridge arasında bu su boyunca yürümek pek zevkli. Stockbridge'de lokal yemeklerin tadına bakabileceğiniz Ccran & Scallie'e de uğrayıp lokal İskoç yemeklerinin tadına bakabilirsiniz.

Dean Village

Dean Village

Dean Village

Dean Village


Edinburgh müzeler anlamında da oldukça zengin bir şehir. Öncelikle hemen Waverly Bridge yakınında the Mound denilen ve şehrin iki bölümünü birleştiren bir noktada yer alan the Scottish National Gallery (Ulusal Galeri), bünyesindeki değişik dönemlere ait tablolar ve resimlerle gerçekten görülmeye değer. Bunun yanında bizim gezmeye vaktimizin yetmediği ama görülmesi şart yerlerden biri de şehrin biraz daha batısında yer alan National Gallery of Modern Art (Modern Sanat Galerisi). Şehirdeki neredeyse tüm müzeler ve tüm bu sanat galerileri ücretsiz. Sadece Holyrood Sarayı ve Edinburgh Kalesi için belli bir ücret ödeniyor. Sarayı gezmeye fırsatımız olmadı ancak Kale’yi gezmek için 16.50 ödemek gerekiyor.


National Museum of Scotland

Edinburgh Kalesi

Scottish National Gallery
 

Gezilip görülecek yerlerden sonra gelelim Edinburgh’da neler yenilebileceğine... Aslına bakarsanız İskoç mutfağı  çok zengin bir mutfak değil, ancak en iyi hamburgerlerin burada yapıldığı söyleniyor. Birçok lokal restoranda hamburger sunuluyor ve etleri gerçekten de güzel. Bizim ilk denememiz Old Town’da St.Giles sokağındaki Broadsheet Bistro’da oldu ve buranın hem hizmetinden hem de sunulan yemeğin kalitesinden hayli memnun kaldık. Ancak fiyatlar tüm diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi pek ucuz sayılmaz. Hamburger fiyatları 13-15 Pound civarında... İskoçya’ya özgü bir diğer yemek ise sakatatla yapılan ve bizim kokorecin bir benzeri ve biraz farklı sunulan bir türü olan haggis... Haggis’in şimdilerde vejeteryanlar için hazırlanmış türevlerine de restoranlarda rastlamak mümkün. Yine Old Town’da, Whiski Bar & Restaurant sadece haggis değil aynı zamanda lokal viskilerin ve diğer lokal yiyeceklerin tadına bakmak için güzel bir adres. Burada haftanın her gecesi ayrı tarzda canlı müzik de var. Son olarak bir İngiliz klasiği olan fish&chips de Edinburgh’da sıkça karşımıza çıkan bir menü oldu. Fish & Chips de pek çok restoranda var, ancak yemek saatlerinde genelde restoranlarda yer bulmak pek zor olduğundan biz yine Old Town’da High Street üzerinde Rabbie Burns adındaki küçük bir aile işletmesi restoranda yer bulup Fish & Chips tattık ve hayli de memnun kaldık. Fiyatı da diğer restoranlara göre oldukça makul sayabileceğimiz 10 Pound civarındaydı. Ayrıca yemek için mutlaka önceden de bahsettiğim Grassmarket bölgesine uğramanızı tavsiye ederim. Lokal bir pub havası solumak isterseniz burada uğradığımız ve bir öğlen aynı zamanda yemek yediğimiz Taylor Walker Great Bristish Pub’ı tavsiye edebilirim. Güzel bir kahve ve gerçek tereyağında yapılmış bir İskoç kurabiye klasiği olan shortbread ve bunun dışında güzel bir İngiliz çayı içmek isterseniz National Gallery’nin bahçesinde 17:00’e kadar hizmet veren Contini Scottish Cafe’yi şiddetle tavsiye ederim. Ayrıca Harry Potter’ın kafesi olarak da bilinen ve Old Town’daki George 4 Bridge üzerinde yer alan Elephant House’a da mutlaka uğrayıp şimdilerde hayli turistik hale gelmiş cafe’yi görüp lezzetli tatlıların ve belki de çayın veya kahvenin tadına bakabilirsiniz. Harry Potter’ın yazarı J.K Rowling’in Harry Potter’ı yazarken bu kafeye sıkça uğradığı söyleniyor. Kafenin arka bölümünde kendisi için bir de bölüm yapılmış. Bir de beni kendine hayran bırakan ve George Street üzerinde yer alan ve birşey yemek için vaktiniz olmasa bile müze gibi gezmekten zevk alacağınız The Dome’a mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Burası genelde değişik salonlarında değişik servislerin verildiği “private dining” yani “özel yemek” kompleksi ancak dekorasyonu bile insanı büyülemeye yetiyor.

The Dome

The Dome

The Dome

Taylor Walker Great British Pub

The Scottish Cafe

Whiski





Elephant House


Az ve öz anlatmak gerekirse Edinburgh, taş binaları ve tarihi yapısıyla bir masal şehri gibi geldi bana. Birleşik Krallık’a bağlı olmasına rağmen insanları, Londra’da gördüğümden çok daha cana yakın ve güler yüzlü. Bir şey sormak istediğinizi hissettiklerinde bile yollarını değiştirip yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bu güzel şehirden ayaklarım geri geri giderek ayrıldığımı söyleyebilirim sanırım.