29 Kasım 2013 Cuma

Bolonez sosun doğduğu şehir - BOLOGNA



Bologna, bizim bolonez sosu olarak bildiğimiz, lokal olarak ragu denilen makarna sosunun doğduğu, portici  (ya da portico) adında, bizim revaklarımıza benzer mimari yapısıyla ünlü bir ortaçağ şehri. İstanbul’dan yaklaşık 2 saatlik bir yolculukla çok rahat bir şekilde ulaşım mümkün. 


Bologna Sokakları yılbaşına hazırlanıyor...
Havalimanı, şehrin kendisi gibi tenha ve küçük. Şehre 15 dakika mesafede olduğu için de şehre ulaşım çok kolay. 6 Euro vererek havalimanı shuttle otobüsü ile merkeze gidebileceğiniz gibi taksi ile de 16-19 Euro vererek merkeze ulaşabiliyorsunuz.

Vitrinler...

Bologna sokakları ve 'potico'lar
Biz de, havalimanına indikten 45 dakika sonra şehrin merkezinde, Via Marsala caddesi üzerindeki Residenza Ariosto adındaki otelimizde daha doğrusu kiraladığımız apart otelimizdeydik. Bologna’da Avrupa’nın en eski üniversitelerinden biri var. 1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesi’nde (Alma Mater Studiorum),  Dante, Petrarca, Erasmus gibi pek çok önemli isim de öğrencilik yapmış. Gülün Adı adlı romanıyla tanınan Umberto Eco’da halen bu üniversitede akademisyenlik yapıyormuş. Uzun sözün kısası, Bologna  üniversite şehri olduğu, biz de üniversiteye yakın bir yerde kaldığımız için resepsiyonda bile öğrenciler çalışıyordu. 

Portico'lar..

Eşyalarımızı dairemize bıraktıktan sonra şehrin kalbi diyebileceğimiz Piazza Maggiore’ye doğru yola çıkmaya hazırız. Üniversite şehri statüsünden olsa gerek genç nüfus hayli fazla. Günlerden Pazar olmasına rağmen kafe ve restoranlar oldukça hareketli ve kalabalık. Otelden çıkıp Via Marsala’dan devam ederek, Via dell’Indipendenza üzerinden ilerliyoruz. Yol boyunca şehrin tamamında hakim olan portico’lar dikkatimizi çekiyor. Portico’lar kışın kar ve yağıştan, yazın ise güneşten korunmak için ideal.  


Via dell’Indepenzia, bir ucu merkez tren ve otobüs istasyonuna, diğer ucu Piazza Nettuno (Neptün Meydanı)’na uzanan uzun bir cadde. Biz, Piazza Nettuno yönünde ilerliyoruz. İlk durağımız, San Pietro Katedrali. Gayet ihtişamlı olan bu kiliseyi gördükten sonra biraz daha yola devam ederek Neptün Heykel’ine ulaşıyoruz.  Bu heykelin altında yer alan melek motifleri o zamana kadar keşfedilmiş 4 büyük nehri (Amazon, Nil, Ganj ve Tuna) temsil ediyormuş. Ayrıca, Maserati markasının ambleminin de, Neptün Heykeli'nin figürlerinden esinlenilerek yapıldığını öğreniyoruz. Piazza Nettuno’yu, Palazzo d’Accursio  ve Palazzo Re Enzo  ve Palazzo del Podesta çevreliyor. Palazzo d’Accursio buradaki en eski binalardan biri ve içinde halen kütüphane olarak hizmet veren Sala Borsa yer alıyor. Şehrin tek turizm ofisinin bulunduğu Palazzo del Podesta’da, hemen turizm ofisinin arka kapısının dışındaki pasajın içinde karşılıklı iki köşede ilginç bir ses sistemi var. Arkanızı dönerek fısıldadığınızda bile sesinizi karşı köşedeki arkadaşınız duyabiliyor. İnanması güç ama etraftaki kalabalığa rağmen işlediğini görmek çok şaşırtıcı oluyor.

Palazzo Re Enzo'dan Neptün Heykeli

Palazzo Re Enzo'dan Sala Borsa manzarası

Neptün Heykeli


Biraz daha ilerlediğimizde kendimizi Piazza Maggiore’de buluyoruz. Burası, Palazzo de Banchi, Basilica of San Petrnino  ve Palazzo dei Notai ile çevrelenmiş büyük bir meydan. Basilica San Petronino, içindeki duvar panolarından birinde Hz. Muhammed’in bir zebaniyle resmedildiği kilise. Bu yüzden büyük tartışmalara yol açmış  ve çok sayıda polisi, güvenlik amacıyla bu kilisenin çevresinde görmek mümkün.


Palazzo dei Banchi’nin hemen yanındaki Via Clavature’den devam ederek kendimizi daha çok şarküteri ve lokal yiyecek ürünleri ile yöresel hediyelik eşyaların satıldığı küçük dükkanların bulunduğu Quadrilatero Bölgesi’nde buluyoruz. Via Clavature ‘den devam ederek önce Via Castiglione’ye ve buradan da sola dönerek Piazza Della Mercanzia’ya ulaşıyoruz. 

Quadrilatero'da yöresel yiyecek satan dükkanlar

Quadrilatero'dan manzaralar

Quadrilatero'da bir çiçekçi
 

Piazza della Mercanzia’dan sonraki durağımız, bence Bologna’nın en güzel meydanı olan Piazza S.Stefano oluyor.  Bu meydana gelmeden önce Strada Maggiore ve Via Santo Stefano’yu birbirine bağlayan bir pasaj olan “Corte Isolani”yi geziyoruz. Yılbaşı nedeniyle şehrin tümü gibi burası da süslenmiş, içerdeki restoranlar ve dükkanlar ışıl ışıl. Hava soğuk ama bu ışıltıyı gördüğümüz için de kendimizi şanslı sayıyoruz. S. Stefano Meydanındaki  Santo Stefano Kilisesi, birbirinden duvarlarla ve geçit kapılarıyla ayrılmış değişik dönemlerde inşa edilmiş farklı kiliselerden oluştuğu için Rus matruşka bebeklerine benzetilyor. Bence Bologna’da mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.

Piazza Santo Stefano

Hem vakit hayli ilerlediğinden hem de karnımız iyice acıktığından şehir turumuzun devamını ertesi güne bırakarak yemek yemeye karar veriyoruz. Bologna’da genelde restoranlar akşam yemeği için 19:00’dan sonra açılıyor ve çoğunluğu 15:00-19:00 saatleri arasında kapalı.


Bir ucu üniversiteye kadar uzanan ve otelimize de hayli yakın Via Belle Arti  üzerindeki Trattoria Anna’ya gidiyoruz. Vardığımızda 19:00 olmadığı halde üşüdüğümüzü gören Anna’nın yardımcısı bizi içeriye alıyor, ve güzel bir masaya yerleştiriyor.  Servis saatine kadar seçim yapmamız için de hepi topu 20 yemekten oluşan menüyü veriyor. Benim tercihim, Bologna’ya geldiğimi daha iyi anlamam için ragu yani Bolonez soslu makarna oluyor. Buradaki ana yemekler 15-20€ civarında. Restoranın sahibi de orada ve bizden sonra dolan restorandaki masaları tek tek dolaşıyor. Bizim masaya da uğruyor, tabi biz İtalyanca bilmediğimizden, o da ne İngilizce ne de Türkçe bilmediğinden biz Türkçe, o İtalyanca konuşarak gayet güzel anlaşıyoruz:) Yemekleri ve yemek sonrası yediğimiz panna cota’yı çok beğeniyoruz. 

Ragu - Bolonez soslu makarna

Krem Karamel görüntüsünde Panna Cota
Ertesi gün ilk durağımız, Via Piella üzerinde, Bologna’da kanal görüntüsü izleyebileceğiniz ufak bir pencere oldu. Burası, portico’ların içindeki bina duvarlarının birinin üzerine açılmış küçük bir pencere. Yakınına gitmeden aslında bir pencere olduğunu anlamanız mümkün değil ama bakınca karşınıza Venedik kanallarına benzer ufak bir kanal çıkıyor. Ne yazık ki biz gittiğimizde kanal kurumuştu.


Via Piella'dan kanal görüntüsü
 
Kanalı görmek için baktığımız koca duvardaki ufak pencere:)


Piazza dell’8 Agosto ve Piazza XXSettembre’den geçerek tren istasyonunun tam karşısındaki duraktan 32 no’lı Circolare adlı otobüs hattına binerek şehrin dış kapılarının etrafında 1 saatlik güzel bir tur yapıyoruz. Ana tren garının hemen önündeki ya da karşısındaki duraktan ring seferi yapan  32 veya 33 no’lu otobüslere binerek saat yönüne veya tersine bu turu yapmanız mümkün. Hem eski şehrin bütün kapılarını hem de yürüyerek ulaşamayacağınız birçok noktasını görebiliyorsunuz. Bu otobüslere, mavi T işaretli sigara satan büfelerden 1.60€’luk bilet alarak binebilirsiniz. Yaklaşık bir saat süren bu turu yapmanızı öneririm. Bize bu ipucunu veren sevgili kardeşime de çok teşekkür ediyorum. Şehri tanımak için gerçekten çok ucuz ve pratik bir yol. Bu otobüs çok sık, o yüzden eğer ilk gelen otobüs kalabalıksa bir sonrakini bekleyebilirsiniz.


Piazza dell'8 Agosto

Eski şehir kapılarından biri


Bu turdan sonra tekrar merkeze doğru dönmek için bu kez Via Oberdan ‘ı kullanıyoruz. Bu caddenin üstündeki Caffe Terzi çok meşhur bir kafe. Kahve hazırlamanın eğitimini de veren bir yermiş. İtalyanların yaptığı gibi giriş bölümündeki  tezgah önünde ayakta kahve içmeyip içerde 4 masanın olduğu küçük odada kahve içmeyi seçerseniz 2 € fark ödüyorsunuz. Kahveleri ve sunumları gerçekten denemeye değer. Biz, o haftaya özgü tatları olan cennet hurması ile hazırlanan kremalı kahvelerini (Kakicaffe) seçiyor ve seçimimizden de memnun kalıyoruz.

Caffe Terzi'de Kakicaffe

Via Oberdan’dan devam ederek kendimizi yeniden önceki gün geçtiğimiz Quadrilatero Bölgesi’nin birbirinden renkli dükkanlarının arasında buluyoruz. Sonra da,1088 yılında kurulduğunda, Bologna Üniversitesi’nin ilk binası olarak hizmet vermiş Palazzo del Archiginnasio’ya giderek burada ilk anatomi dersinin verildiği Anatomical Theater’i  (Teatro Anatomico) görüyoruz. Burası, ufak bir anfi şeklinde düzenlenmiş bir sınıf ve ortasında da büyük mermer bir masa var. Masanın tam tepesindeki Apollon Heykel’ini, duvarları süsleyen Hipokrat gibi bilim adamlarının heykellerine hayranlıkla bakıyoruz.

Palazzo del Archiginnasio

Teatro Anatomico

Tavandaki Apollo Heykeli

Hipokrat Heykeli

Sonraki durağımız Piazza Cavour oluyor. Buradan tekrar geri dönerek bu kez şehrin 2 eğik kulesinin yanından geçerek Via San Vitale üzerindeki Pizzeria Ristorante Brace’de yemek yiyoruz. Burası tavanındaki  futbolcu formalarıyla ün yapmış, yemekleri hem lezzetli hem de nispeten hesaplı bir restoran. Yemek saati olduğu için de hayli kalabalık. Pizza ve risotto’lar 8-10€ civarında. Yine aynı caddenin girişinde yer alan Gelateriagianni’de ricotta’lı dondurma çok meşhurmuş. Denemeden olmaz diyerek denedim ama bana fazla kremalı geldi, ancak bunun dışındaki dondurmaları da harika.

Pizzeria Ristorante Brace

Gelateriagianni
Bu dondurmacının hemen yanıbaşındaki Asinelli ve Garisenda kulelerini tekrar görüyoruz. İtalya’da Pisa kulesinin tek örnek olmadığını bu kuleye bakınca daha net anlıyorum. Bologna’da ortaçağda yaşayan zengin ailelere ait 180’e yakın kule varmış, zamanla bunların çoğu yıkılmış. Günümüzde ayakta kalabilen bu iki kuleden biri 3, diğeri 1.5 metre eğikmiş. Bakımda olduğu için içine girilmesi mümkün değil ne yazık ki.

Asinelli ve Garisenda

Asinelli Kulesi


Merkezdeki Qadrilatero Bölgesi’nde biraz daha dolaşıp yakındaki coop adlı market zincirine uğrayıp eve götürülmek üzere yörenin meşhur Parmesan Peyniri ve Modena Bölgesi’ne ait balsamik sirke satın alıyoruz. Ufak bir not;  kaliteli balsamik sirke, bizdeki nar ekşisine benzer bir kıvamda ve yıllandırılmışları hayli pahalı. 

Oyuncaklar o kadar canlı ki, cocuk olup oynayasım geldi:)

Çikolata isteyen??

Taze makarna

Vitrinler rengarenk

Bologna’da bir İtalyan klasiği olan Bistecca alla Fiorentina (Fiorentina Steak) yemeniz için Via Mentana üzerindeki Osteria Dell’Orsa’yı önerebilirim. Lezzetli ve birçok yere göre daha hesaplı yemekleri var. Bir de önünden geçtiğimiz, menüsünü beğendiğimiz ama zamansızlıktan dolayı deneme fırsatı bulamadığımız Via Oberdan üzerindeki Michelin yıldızlı Ristorante Teresina önerebileceğim yerler arasında. Son olarak, Via Castiglione üzerindeki Sorbeteria Castiglione’ye de mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Hem dondurmaları hem de şekersiz olarak hazırlanan sorbeleri bir harika.

Portico'lar şehrin her yerinde

Gerçekten bir ortaçağ şehrinde yaşıyormuşum gibi hissettim Bologna’da. Öyle ki; sanki şehirdeki motorlu araçları ve elektrikli lambaları çıkarıp yerine atlı arabalar ve meşaleler ya da gazlı sokak lambaları koysanız ortaçağa dönüvereceğiniz bir film platosu gibi. İyi ki gelmişim dediğim yerlerden biri oldu kısacası.

23 Kasım 2013 Cumartesi

OBİDOS



Obidos, Porto ile Lizbon arasında yer alan ve Lizbon’a 60 km. uzaklıkta şirin bir kasaba. Porto’dan Lizbon’a gelirken uğradığımız Obidos’a vardığımızda ne yazık ki hava kararmıştı. O yüzden ancak karanlıkta gezebildiğimiz bu kasabada, ışıklı Noel süslemeleri  hazırlanmaya başladığından belki de bunları görebildiğimiz için daha şanslıydık.


Şehre girmeden bizi Ginja tezgahları karşılıyor...
Obidos sokaklarının taş döşemeleri çok ilginç:)

Obidos’un en büyük özelliği, bu bölgeye özel  içinde tane vişneli ve vişnesiz türlerini bulabileceğiniz bir çeşit vişne likörü olan Ginja. Ginja’yı çikolatadan yapılmış minyatür kaplarda servis ediyorlar. 1 Euro vererek tatmanız ve eğer severseniz satın almanız mümkün. Şişeleri büyüklüğüne göre 10 Euro ile 20 Euro arasında satılıyor.

Ginja tadımı...

Kasabaya, hemen yanında kilisesi olan sur kapısına benzer bir kapıdan giriliyor. İç bölümünde çinilerle bezenmiş ayrı bir bölüm var. Buradan geçtiğinizde, kendinizi kasabanın tek büyük ana sokağında buluyorsunuz. 

Giriş Kapısı

Çinili İç Bölüm


Obidos’un tek ana sokağında Ginja tadabileceğiniz birçok dükkan var. Biz gittiğimizde, hem akşam olmasından hem de hava soğuk olduğundan dükkanların çoğu kapanmıştı. Ancak açık olanların bile henüz konulmaya başlanan Noel süslemeleriyle çok güzel bir görüntü verdiğini söylemem gerek. 

Obidos'ta bir binayı saran "Hayat Ağacı"

Kasalar içinde kitap satan bir dükkan...

Süslü! dükkanlar...



Buradaki kısa duraklamamız bile bize” iyi ki geldik” dedirtti...

22 Kasım 2013 Cuma

SİNTRA



Başkent Lizbon’a sadece 30km. uzaklıktaki bu şirin kasabayı eğer zamanınız varsa görmeden geçmeyin derim. Yaklaşık 300.000 nüfuslu Sintra, adını Ay Tanrıçası Cynthia’dan almış. 


Sintra

Sintra



İlk varış noktamız, Camara Municipal ( Belediye Binası ) oldu. Buradan Palacio Nacional de Sintra (Sintra Sarayı)’nın bulunduğu merkeze uzanan hafif yokuşlu ve ağaçlıklı yoldan giderken her iki tarafımızdaki birbirinden farklı üsluptaki heykelleri görmek de ayrı bir zevk.

Belediye Binası

Belediye Binası
 
Yol boyunca heykeller...

Yol boyunca heykeller...



Burada, Sintra Sarayı dışında görülmesi gereken iki yer daha var: Pena Sarayı ve Sintra Kalesi. Pena Sarayı bizdeki Topkapı Sarayı’na benzeyen büyük bir saraymış. Bir de tabi Sintra Kalesi her yerden göze çarpan bir nokta. Her ikisine de merkezden işleyen otobüslerle veya shuttle ile çıkmak mümkün. Ancak biz, ne yazık ki havalimanına gitmeden önce kısacık bir mola verdiğimiz için Pena Sarayı’nı ve Kale’yi gezemedik. Sadece şehrin alt kısmındaki Sintra Sarayı’nı görmekle ve her yerden görünen Kale’nin fotoğrafını çekmekle yetindik. Sintra Sarayı, değişik salonlarındaki farklı ahşap tavan süslemeleri ve tabi ki bu bölgenin bir klasiği olan çini süslemeleriyle görülesi bir yer.

Sintra Sarayı

Sintra Sarayı

Sintra Sarayı - süslemeler

Sintra Sarayı - Tavan süslemeleri



Saray ziyareti sonrasında, kendimizi bu şirin kasabayı yerinde keşfetmek için dar ve yokuşlu Sintra sokaklarına attık. Taşlı sokaklar hediyelik eşya satan küçücük dükkanlarla dolu. Genelde satılan ürünler her yerde görebileceğiniz cinsten. Bu yöreye özgü tek farklı ürün Obidos’ta üretilen Ginja ve Porto şarabı... Sintra’nın ünlü bir hayranı da varmış; ünlü şair ve yazar Lord Byron, yaşamının bir bölümünü Sintra’da geçirmiş.

Sintra Sokakları

Sintra Sokakları

Dükkan vitrinleri
 

Kahvemizi de sokak içindeki şirin bir kafede içtikten sonra artık İstanbul’a doğru yolculuğumuz için hazırdık. Sintra’dan aklımda kalan, dar sokakları ve yeşillikler arasına saklanmış sakin havası oldu.