Büyük Britanya Krallığı’nin bir parçası olan İskoçya’nın
başkenti Edinburgh’a THY’nin hergün yapılan seferleriyle ulaşım mümkün. Biz de
böyle yapıyor ve 4 saatlik bir yolculuk
sonrası Ediburgh’a varıyoruz.
|
Edinburgh |
Havalimanından şehre ulaşmak için taksi kullanabileceğiniz
gibi çok pratik bir şekilde Airlink 100
adı verilen shuttle otobüs hizmetiyle tek yön 4.5 Pound (gidiş-dönüş 8 Pound)
vererek yarım saatte şehrin tam göbeğindeki Waverly Köprüsü’ne ulaşıyoruz.
Havalimanından şehre ulaşmanın bir diğer alternatifinin de tren olduğunu burada
eklemem gerek sanırım. Waverly Köprüsü
ve hemen bunun yanıbaşındaki Waverly İstasyonu kalacağımız Motel One’a da çok yakın. İndiğimiz
yerden 5 dakika yürüyerek otelimize ulaşıyor ve sadece 3 gün kalacağımız için
de “vakit nakittir” diyerek hemen eşyalarımızı bırakıp şehri gezmeye
başlıyoruz.
|
Motel One'dan Princes Street & Waverly İstasyonu |
Edinburgh bir vadi üzerinde kurulu oldukça eski bir şehir.
Şehrin eski ve yeni bölümleri birbirinden Waverly Köprüsü ve
Waverly İstasyonu ile ayrılıyor. Hemen Waverly Köprüsü’nün
yanı başında ismini aynı zamanda İskoçya’ya ismini de veren Sir Walter Scott’dan alan Scott
Monument (Scott Anıtı) yer alıyor.
|
Scott Monument |
|
Waverly İstasyonu |
Old
Town olarak bilinen bölümde görülmesi gereken en önemli yerler arasında
İngiltere Kraliçe’sinin yaz aylarında iki haftasını geçirdiği (Palace of Holyrood House) Holyrood Sarayı ve Edinburgh Kalesi
yer alıyor. Bu iki önemli yapının arasındaki cadde ise Royal Mile olarak biliniyor. Royal
Mile üzerinde tarihi yapılarda hizmet veren pek çok hediyelik eşya
dükkanının yanı sıra lokal restoranlar
mevcut. Bu tarihi binalar arasında “Close” adı verilen ve bir nevi binaların
altındaki geçitler şeklinde niteleyebileceğimiz dar sokaklar da, özellikle
geceleri şehirdeki “Korku Turlar”ına ev sahipliği yapıyormuş. Bu geçitlerden en bilineni “The Real Mary King’s Close” hemen Royal
Mile’ın orta bölümündeki St. Giles
Katedrali’nin karşısında çok merkezi bir yerde. Hazır yeri gelmişken, St. Giles Katedrali de kanımca görülmesi
gereken yerlerden biri. Holyrood Sarayı’nın
bulunduğu Canongate Caddesi’nden
ilerleyerek ulaşabileceğiniz High Street
ve buranın sonundaki Lawn Market, Royal Mile dediğimiz yolu oluşturuyor. Old Town da görülmesi gereken yerlerden
biri de özellikle yemeğin adresi olarak bilinen ve Royal Mile’ın biraz güneyinde kaleye çok yakın bir bölgede yer alan
Grassmarket. Oldukça renkli ve
hareketli bir bölge olan Grassmarket’a
da mutlaka uğrayın derim.
|
Royal Mile'dan... |
|
Holyrood Sarayı |
|
Royal Mile |
|
St.Giles Katedrali |
|
Close... |
|
Grassmarket |
|
Lawnmarket - Royal Mile |
|
Grassmarket |
|
Royal Mile |
|
Royal Mile'da yağmur... |
Eski Şehrin hemen karşısında yer alan ve bir vadiyle ayrılan
New Town’da ise görülmesi gereken en önemli yer, şehri kuşbakışı
görebileceğiniz ve aynı zamanda anıtsal bir yapıyı da barındıran Calton Hill. Calton Hill’e, hemen Waverly
Köprüsü’nün diğer tarafında, Royal
Mile’a paralel olarak uzanan Princes
Street’in doğu ucunda yer alan Waterloo
Place’den hafif rampa bir yolla ulaşmak mümkün. Özellikle gün
batımında buradan kuşbakışı Edinburgh manzarası seyretmenin tadına doyum
olmuyor.
|
Calton Hill'den... |
|
Calton Hill |
Şehrin New Town
denilen ve nispeten daha yeni inşa edilmiş bölümü de 1800li yıllarda yapılmış
ve hala da binaları yapıldığı şekliyle korunuyor. Bu bölümde de güneyden kuzeye
doğru genelde alışveriş yapabileceğiniz zincir veya lokal mağazaları barındıran
Princes Street, daha çok
restoranların yer aldığı Rose Street
ve daha pahalı alışveriş mağazalarının yer aldığı George Street sıralanıyor. Bu caddelerin hepsinin doğu ucu St. Andrew Square, batı ucu ise Charlotte
Square’de sonlanıyor. Her iki meydan da ufak parklar şeklinde niteleyebileceğimiz
görsel anlamda beni çok etkileyen yerler oldu. Princes Street üzerindeki Jenners, 1838’den beri aynı tarihi
binada hizmet veren İskoçya’nın en eski çok katlı mağazasıymış.
|
Jenners |
|
St.Andrew Square |
New Town'ın olmazsa olmazlarından biri de Dean Village adında şehrin yürüyerek 15 dakika kuzeybatısındaki mahallesi. Burada Water of Leith (Leith Suyu) boyunca Dean Village ile Stockbridge arasında bu su boyunca yürümek pek zevkli. Stockbridge'de lokal yemeklerin tadına bakabileceğiniz Ccran & Scallie'e de uğrayıp lokal İskoç yemeklerinin tadına bakabilirsiniz.
|
Dean Village |
|
Dean Village |
|
Dean Village |
|
Dean Village |
Edinburgh müzeler anlamında da oldukça zengin bir şehir.
Öncelikle hemen Waverly Bridge yakınında the Mound denilen ve şehrin iki
bölümünü birleştiren bir noktada yer alan the Scottish National Gallery (Ulusal Galeri), bünyesindeki değişik
dönemlere ait tablolar ve resimlerle gerçekten görülmeye değer. Bunun yanında bizim
gezmeye vaktimizin yetmediği ama görülmesi şart yerlerden biri de şehrin biraz
daha batısında yer alan National Gallery
of Modern Art (Modern Sanat Galerisi). Şehirdeki neredeyse tüm müzeler ve tüm
bu sanat galerileri ücretsiz. Sadece Holyrood Sarayı ve Edinburgh Kalesi için
belli bir ücret ödeniyor. Sarayı gezmeye fırsatımız olmadı ancak Kale’yi gezmek
için 16.50 ödemek gerekiyor.
|
National Museum of Scotland |
|
Edinburgh Kalesi |
|
Scottish National Gallery |
Gezilip görülecek yerlerden sonra gelelim Edinburgh’da neler
yenilebileceğine... Aslına bakarsanız İskoç mutfağı çok zengin bir mutfak değil, ancak en iyi
hamburgerlerin burada yapıldığı söyleniyor. Birçok lokal restoranda hamburger
sunuluyor ve etleri gerçekten de güzel. Bizim ilk denememiz Old Town’da St.Giles sokağındaki Broadsheet Bistro’da oldu ve buranın hem
hizmetinden hem de sunulan yemeğin kalitesinden hayli memnun kaldık. Ancak
fiyatlar tüm diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi pek ucuz sayılmaz. Hamburger
fiyatları 13-15 Pound civarında... İskoçya’ya özgü bir diğer yemek ise sakatatla
yapılan ve bizim kokorecin bir benzeri ve biraz farklı sunulan bir türü olan haggis... Haggis’in şimdilerde vejeteryanlar için hazırlanmış türevlerine de
restoranlarda rastlamak mümkün. Yine Old
Town’da, Whiski Bar & Restaurant
sadece haggis değil aynı zamanda lokal viskilerin ve diğer lokal yiyeceklerin
tadına bakmak için güzel bir adres. Burada haftanın her gecesi ayrı tarzda
canlı müzik de var. Son olarak bir İngiliz klasiği olan fish&chips de
Edinburgh’da sıkça karşımıza çıkan bir menü oldu. Fish & Chips de pek çok
restoranda var, ancak yemek saatlerinde genelde restoranlarda yer bulmak pek
zor olduğundan biz yine Old Town’da High
Street üzerinde Rabbie Burns
adındaki küçük bir aile işletmesi restoranda yer bulup Fish & Chips tattık
ve hayli de memnun kaldık. Fiyatı da diğer restoranlara göre oldukça makul
sayabileceğimiz 10 Pound civarındaydı. Ayrıca yemek için mutlaka önceden de
bahsettiğim Grassmarket bölgesine
uğramanızı tavsiye ederim. Lokal bir pub havası solumak isterseniz burada
uğradığımız ve bir öğlen aynı zamanda yemek yediğimiz Taylor Walker Great Bristish Pub’ı tavsiye edebilirim. Güzel bir kahve ve gerçek tereyağında yapılmış
bir İskoç kurabiye klasiği olan shortbread
ve bunun dışında güzel bir İngiliz çayı içmek isterseniz National Gallery’nin bahçesinde 17:00’e kadar hizmet veren Contini Scottish Cafe’yi şiddetle
tavsiye ederim. Ayrıca Harry Potter’ın kafesi olarak da bilinen ve Old Town’daki
George 4 Bridge üzerinde yer alan Elephant House’a da mutlaka uğrayıp
şimdilerde hayli turistik hale gelmiş cafe’yi görüp lezzetli tatlıların ve
belki de çayın veya kahvenin tadına bakabilirsiniz. Harry Potter’ın yazarı J.K
Rowling’in Harry Potter’ı yazarken bu kafeye sıkça uğradığı söyleniyor. Kafenin
arka bölümünde kendisi için bir de bölüm yapılmış. Bir de beni kendine hayran
bırakan ve George Street üzerinde yer alan ve birşey yemek için vaktiniz olmasa
bile müze gibi gezmekten zevk alacağınız The Dome’a mutlaka uğramanızı tavsiye
ederim. Burası genelde değişik salonlarında değişik servislerin verildiği “private dining” yani “özel yemek”
kompleksi ancak dekorasyonu bile insanı büyülemeye yetiyor.
|
The Dome |
|
The Dome |
|
The Dome |
|
Taylor Walker Great British Pub |
|
The Scottish Cafe |
|
Whiski |
|
Elephant House |
Az ve öz anlatmak gerekirse Edinburgh, taş binaları ve tarihi
yapısıyla bir masal şehri gibi geldi bana. Birleşik Krallık’a bağlı olmasına
rağmen insanları, Londra’da gördüğümden
çok daha cana yakın ve güler yüzlü. Bir şey sormak istediğinizi hissettiklerinde
bile yollarını değiştirip yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bu güzel şehirden ayaklarım geri geri giderek ayrıldığımı söyleyebilirim sanırım.