Aynı zamanda
Endülüs özerk bölgesinin başkenti de olan Sevilla’ya, Cordoba’dan uzaklık 142
km. ve biz bu yolu 1.5 saatte alıyoruz. Ne yazık ki Sevilla’ya vardığımızda
vakit hayli ilerlediğinden şehir turumuzu ertesi güne bırakıp yemek yemeyi
tercih ediyoruz.
Akşam
yemeğimizi otelimizin de çok yakınında bulunan El Asador de Aranda adında kuzu tandırı ile tanınan bir restoranda
yiyoruz. Burada servis, akşam 21:00de başladığı için o saatten erken giderseniz
kapıdan dönebilirsiniz. Hatta öyle ki saat 21:00 olduğunda bile bahçesindeki
masa ve sandalyeler yeni yerleştirilmeye başlanıyor. Ancak dokuza çeyrek kala
gitmemize rağmen bize acıyıp içeri alıyorlar ve gerçekten de çok lezzetli bir
kuzu tandır yiyoruz. Fiyatlarının da Avrupa’daki diğer şehirlere göre uygun
olduğunu söyleyebilirim.
|
El Asador de Aranda |
Ertesi gün
uyandığımızda artık şehri keşfetmeye hazır hissediyoruz kendimizi. Adını
Arapça’da “akan büyük su“ anlamına gelen “quadelkebir”den alan Guadalquivir Nehri ile iki yakaya
ayrılan şehir köprülerle birbirine bağlanıyor. Bu köprülerden en bilineni de Puente de San Telmo. İlk durağımız da nehre
paralel giden Paseo de Las Lucas
Caddesi üzerinde hemen bu köprünün yanındaki Torre del Oro (Altın Kule) oluyor. Burası 1200lü yıllarda askeri
amaçlı gözetleme kulesi olarak inşa edilmiş. Nehirden yansıyan güneş
ışınlarının yapısında kullanılan samandan dolayı kuleye altın rengini vermesi
nedeniyle de Altın Kule olarak
anılıyormuş. Bu kulenin hemen yanından kalkan teknelerle nehirde tur yapmak
mümkün. Bu turlar 10 Euro civarında ve 1 saat kadar sürüyor. Bu turu
yapacak kadar zamanımız olmadığından şehri tanımaya devam ediyor ve nehre
paralel giderek Plaza de America
(Amerika Meydanı)’ya ulaşıyoruz. Yalnız burada adı geçen Amerika’nın, Amerika
Birleşik Devletleri değil İspanyolca konuşulan Güney Amerika Bölgesi olduğunu
söylemeden geçmeyelim.
Plaza de America ve Plaza Espana’nın da içinde bulunduğu bu bölge, şehir merkezinin en
güneyinde nehre yakın bir nokta ve 1929 yılında İspanyolca konuşulan ülkeleri
biraraya getrmek amacıyla İspanya’da düzenlenen İbero-Amerikan fuarı için çeşitli
ülkelerin sergi vitrini olarak kullanılan ve “pavyon” olarak adlandırılan
binaları barındırıyor. Bu yapılardan en önemlileri de Plaza Espana ve Plaza de
America.
|
Plaza Espana |
Plaza de
America’daki sergi binası (Mudejar Pavillion)
şu an sanat müzesi olarak kullanılıyor ve bahçesindeki havuzuyla çok güzel
fotoğraf veriyor. Buraya giderken geçtiğimiz meydanda güvercin beslemek bir
ritüel olmuş. Güvercinler çok yakınınıza kadar da geldikleri için bu işi
yaparken dikkatli olmanızı öneririm!
|
Plaza de America |
Plaza de America’dan sonra Maria Luisa Parkı’ndan geçerek Plaza
Espana’ya ulaşıyoruz. Burası gerçekten görülesi bir yer. İki büyük kuleyle
girilen meydandaki havuzun arkasında muhteşem bir bina bizi selamlıyor. Binanın
önünde de 58 İspanyol eyaletini temsil eden seramik kaplı localar var. Yapıldığı
dönemde İspanya Sergi Pavyonu olan ana bina, günümüzde askeri ve hükümet binası
olarak hizmet veriyormuş. Plaza Espana’daki
sokak satıcılarından, bu bölgenin klasiği yelpaze, şal ve flamenko dansının
vazgeçilmezi kastanyet (castanelas)’leri uygun fiyata satın alabilirsiniz.
|
Plaza Espana |
|
Plaza Espana |
|
Plaza Espana |
Unutmadan,
fuar demişken Plaza Espana’dan çıkıp
katedrale doğru ilerlerken Puerta de
Jerez’de karşınıza gelecek Hotel
Alfonso’dan da bahsetmek gerek sanırım. 1929’da Kral Alfonso tarafından
açılan bu beş yıldızlı otel harika dekorasyonu ve ağırladığı ünlü konuklarla çok
meşhurmuş. Otelde kalmasanız bile avlusundaki kafede oturup bir kahve
yudumlayıp lezzetli pastalarından tatmak yorgunluk atmak için güzel bir seçenek
doğrusu...
|
Santa Cruz harita |
Alfonso Otel’inden çıkıp tramvay yolundan
dümdüz devam ederek şehir merkezinin tam göbeğinde buluyoruz kendimizi. Burada Sevilla Katedrali ve Alkazar’ı görmek şart. Her ikisi de
muhteşem yapılar ve hem tarih hem de mimarisiyle göz dolduruyor. Katedralin
hemen girişindeki faytonlarla tur da yapabiliyorsunuz ama bu tur için 40 Euro
civarı bir bedel ödemek gerekiyor. Biz de Katedral ve Alkazar’ı gördükten sonra
hemen bu bölgenin yanıbaşındaki Santa
Cruz Bölgesi’nde buluyoruz kendimizi. Burası aynı zamanda Musevi mahallesi
ile iç içe ve hemen sokağın girişinde bir sokak çalgıcısı gitarıyla bize eşlik
ediyor. Santa Cruz Bölgesi’ndeki
sokakların herbiri ayrı güzellikte... Darlığı nedeniyle “Öpücük Sokağı” olarak
anılan sokağı da görmeden geçmeyin. Burada sokaklar arasında dolaşmaktan hayli
yorulduğumuzdan artık bir yemek molası vermeye karar veriyoruz.
|
Alcazar |
|
Alcazar |
|
Alcazar |
|
Katedral |
|
Katedral |
Öğle yemeği
mekanımız La Cueva oluyor. Bir İspanya klasiği tapas ve Rabo de Torro (Boğa kuyruğu yahnisi)
yiyoruz. Rabo de torro adı itibariyle başta itici gelse de boğanın kuyruk
sokumu bölümünden yapılan bir yemek ve gerçekten de bizim incik gibi yumuşak ve
lezzetli. Tapas ise bizim mezelerimizin İspanyol versiyonu. La Cueva Katedrale de çok yakın Plaza Virgen de los Reyes Meydanı’na
açılan Calle Rodrigo Caro
sokağında... Güzel yemeğimizin ardından siesta zamanının bitmesine biraz daha
zaman olduğundan katedrale geri dönüp kulesinin tam karşısındaki sokaktan devam
ederek birbirine paralel caddeler olan Sierpes,
Velazquez ve devamındaki Tetuan Caddelerinde dolaşmak üzere devam
ediyoruz. Sierpes Caddesi’ne
ulaşmadan önce karşımıza Plaza de San
Francisco çıkıyor. Buradan devam
ettiğinizde solunuza gelen heybetli bina bir dönem Don Kişot’un yazarı Cervantes’in
de hapis yattığı hapishane binasıymış.
Buradan Sierpes Caddesinin
diğer ucuna doğru ilerliyoruz. Siesta öğleden sonra dörde kadar sürdüğü için
çoğu dükkan hala kapalı, sadece bazı alışveriş zincirleri ve bazı hediyelik
eşya satan dükkanlar açık. Caddenin sonlandığı noktada La Campana Meydanı’ndaki aynı adlı kafede tanrısal tatlı olarak
anılan “Tocino de Cielo” ile kahvelerimizi
yudumlayarak siestanın bitmesini bekliyoruz. “Tocino de Cielo”, bizdeki krem
karamele benzeyen ama daha katı kıvamlı karamelli bir tat. Büyük porsiyonlarda
satıldığı gibi tadımlık küçük porsiyonları da mevcut. Cafe Campana’da ve aslında tüm Endülüs’de kahve fiyatları da uygun,
1.5-2 Euro arası bir para ödeyerek güzel mekanlarda leziz kahveler
içebiliyoruz.
|
Rabo de Torro... |
Buradaki
kısa dinlenmenin ardından La Campana
Meydanı’nın karşı köşesindeki El Corte Ingles
mağazasının en üst katındaki gurme bölümüne uğruyor ve yerel tatlardan denemek
üzere alışveriş yapıyoruz. İsterseniz burada yemek de yemek mümkün.
Sierpes
Caddesi ve sonra da buna paralel Velazquez
ve devamındaki Tetuan Caddelerini
takip ederek artık akşamki flamenko programımıza gitmek üzere biraz dinlenmek
için otelimize dönüyoruz.
|
Sierpes |
|
Velazquez |
Sevilla eski
dönemlerde Betis olarak da biliniyor.
Aynı zamanda Bizet’in opera eseri Carmen’de
adı geçen ve operaya ismini veren Carmen’in de şehri olarak tanınıyor. Yere
kuvvetli vurularak ve kastanyet denen tahta enstrümanlarla müziğe eşlik edilen
flamenko dansının da en iyi icra edildiği yerlerden biri. Sevilla’da pek çok
flamenko gösterisi yapılan klüp mevcut. Çok ucuza, hatta bedava girişi olup da
yediğinize para ödediğiniz klüpler olduğu gibi biraz daha pahalı ama bu işin
daha profesyonel yapıldığı mekanlar da var. İşte bu mekanlardan biri de
öğrendiğimize göre El Palacio Andaluz’muş.
Biz de gece yemek sonrası flamenko gösterisi için buraya gidiyoruz. İsterseniz
yemekli de gitmek mümkün ama yemek yenilen masalar daha arkada olduğu için daha
yakından izlemek isterseniz yemeksiz olanını tercih etmenizi öneririm. Eğer
yemekli gitmek isterseniz 76 Euro ödüyorsunuz, bir içeceğin dahil olduğu
yemeksiz giriş ücreti ise 38 Euro.
|
Flamenko... |
|
Flamenko |
Kısacası bana
göre Sevilla, Endülüs’ün başkenti ünvanını boşuna almamış. Gerçekten Alkazar’ı
ve Katedraliyle kültür sentezi yaşatıyor. Sokaklarında dolaşırken bana hem
evimde gibi hissettiriyor, hem de Avrupa’da olduğumu hatırlatıyor.