Portekiz’in başkenti Lizbon’a,
İstanbul’dan yaklaşık 5 saatlik bir uçak yolculuğu sonrasında ulaştık. Lizbon
Havalimanı, şehir merkezine yakın olduğundan havalimanından şehre ulaşım çok rahat.
|
Lizbon |
|
Marques De Pompal'in gece görüntüsü |
|
Avenida da Liberdade |
Lizbon da, İstanbul gibi tepeler üzerine kurulmuş. Aynı
zamanda okyanus ile Tejo Nehri’nin de
kesiştiği bir noktada. Bana İstanbul’u
çağrıştıran bu şehirde görülebilecek ve yapılabilecek çok şey var.
Otelimiz, şehir merkezi diyebileceğimiz Marques De Pompal Meydanı’nındaydı. Görmek için ancak bir gün
ayırabildiğimiz Lizbon’daki turumuza,
otelden çıkıp şehrin en büyük caddelerinden biri olan Avenida Liberdade’den hafif yokuş aşağı yürüyerek başlıyoruz. Bu
cadde, bana Paris’teki Champs Elysee’yi çağrıştıran ama o kadar
trafik olmayan geniş bir bulvar. Cadde’nin iki yanındaki kaldırımların yanısıra
ortasında da hayli geniş, ağaçlı, desenli parke taşları ve üzerindeki heykeller
ile yürümekten çok zevk aldığım ayrı bir bölüm var.
|
Odamdan Marques de Pompal manzarası |
|
Avenida da Liberdade |
|
Avenida da Liberdade |
Avenida de Liberdade’den
Tejo Nehri’ne doğru yaptığımız 15
dakikalık bu zevkli yürüyüş sonrasında Restauradores
denen bölgeye ulaşıyoruz. Hemen yanı başımızda tren istasyonu ve Praça D.Pedro var. Biraz ileriden
sola doğru kıvrıldığımızda Praça Da Figueira Meydanı’nda buluyoruz kendimizi.
Burada, 1959’da çıkan yangında zarar gören ve bu yangına ithafen fazla lüksten
kaçınılarak renove edilip iç kubbesi kırmızıya boyanmış Katedrali ziyaret
ediyoruz. Çok ihtişamlı olmasa da bu kilise görülmeye değer.
|
Tren İstasyonu |
|
Katedral |
|
Restauradores bölgesinde tarihi cafe:)
|
Artık Lizbon’un tam merkezindeyiz. Burada nehre doğru uzanan
dikey sokaklardan her biri altın,
ayakkabı, gümüş gibi değişik zanaatlere
ait dükkanlara ev sahipliği yapıyor. Sokakların isimleri de üzerinde bulunan dükkanlarda satılan ürünlerden geliyor. Ne yazık ki bu zevkli bölgede alışverişe
fazla zaman ayıramıyoruz. “Altın Sokağı” yani Rua do Ouro’nun sonunda yer alan Elevador de Santa Justa ile şehrin gece hayatının merkezi olan Bairro Alto bölgesine çıkmak mümkün.
Ancak biz akşam bu bölgedeki bir restoranda yemek yiyeceğimiz için asansörü
görmekle yetiniyor ve turumuza devam ediyoruz.
|
Lizbon'un kalemle çizilmiş sokakları |
|
Elevador de Santa Justa |
|
Praça da Figueira |
Figueira Meydanı’ndan
tekrar aracımıza binerek, bu kez şehrin biraz daha tepelik olan Alfama Bölgesi’ne gidiyoruz. Burası,
yokuşlu sokakları ile gerçekten görülmeye değer. En üst noktalarından birindeki Mirador’dan nehir ve şehir manzarasını
görmenizi tavsiye ederim. Biz de, bu manzaranın tadını çıkardıktan sonra nehre
doğru bu kez daha dar sokaklardan geçerek iniyoruz. Bu gezinti bende sanki
Antalya Kaleiçi’nin dar sokaklarında geziyormuşum gibi bir his uyandırıyor.
Sahile çok yaklaştığımız bir noktada,Yahudi Mahallesi’nde, top oynayan
çocuklarla karşılaşıyor ve Arco do
Rosairo’dan geçerek sahile ulaşıyoruz.
|
Mirador'dan Tejo Nehri |
|
Alfama |
|
Alfama'nın dar sokakları |
|
Arco do
Rosairo |
Artık aracımıza binerek bu kez sahile paralel cadde
üzerinden ilerleyerek sonraki durağımız Belem’e
gidiyoruz. Bu yol üzerinde yol alırken, Tejo Nehri'nin karşı tarafında Almada Bölgesi'nde, benzeri Rio'da bulunan Cristo Rei Anıtı'nı (İsa Heykeli) ve tabi ki Tejo Nehri üzerinde inşa edilen Avrupa'nın sayılı köprülerinden biri Vasco da Gama Köprüsü'nü görüyoruz.
|
Cristo Rei Anıtı ve Vasco da Gama Köprüsü |
Belem’de sahildeki kale ve
anıtı görmeden önce buradaki din adamlarının yıllarca önce başlattığı geleneğe
uyarak Pasteis de Belem’e uğruyor ve
bu tarihi pastanede içi pişmiş kremayla hazırlanan hafif bir tatlı olan Belem tatlısının tadına bakıyoruz. Belem Pastanesi, önünde her daim kuyruk olan ve tatlısı çok
meşhur bir yer ama biz şanslıyız ve içindeki birçok odacıktan birinde yer
bulmayı başarıyoruz. Bu güzel moladan sonra hemen pastanenin
yanı başındaki Mosterio dos Jeronimos
(Jeronimos Manastırı)’nı geziyoruz.
|
Pasteis de Belem |
|
Pasteis de Belem |
|
"Belem" Tatlısı |
|
Jeronimos Kilisesi |
Bu ziyaret sonrasında ise vakit hayli ilerlediğinden, sahilde
özel sosuyla hazırlanan bifteği ile ün yapmış Portugalia adlı restoranda yemeğimizi yiyoruz. Yalnız servisin çok
yavaş olduğunu söylemem gerek. Servis edilen etler yumuşak olmasa da ünlü
oldukları söylenen sosları gerçekten pek leziz.
|
Öğle yemeğimiz... |
Karnımızı doyurduktan sonra hemen restoranın yanındaki Torre de Belem (Belem Kalesi) ve Padrao Dos Decobrimentos (Keşifler Anıtı)’nı da gördükten sonra
hedefimiz Avrupa kıtasının en batı ucu Cabo
da Roca.
|
Belem Kalesi |
|
Belem Kalesi |
|
Keşifler Anıtı |
|
Keşifler Anıtı yolunda yere taşlarla çizilmiş dünya haritası:) |
Cabo da Roca, Lizbon’a giderseniz mutlaka görülmesi gereken
yerlerden bence. İnsanın, Avrupa’nın en batısından okyanus manzarasının güzelliği gerçekten görülmeye değer. İsterseniz buradaki turizm ofisinden 10 Euro karşılığında Avrupa’nın en batısına
ayak bastığınıza dair bir sertifika da alabiliyorsunuz.
|
Cabo da Roca |
Bu ziyaret sonrasında dönüş rotamıza geçiyoruz. Ancak Lizbon’a
dönmeden önce bir sahil kasabası olan Cascais’e
ve daha çok bizim Antalya’nın Belek bölgesindeki otellere benzer otelleri ile
ünlü Estoril’e de uğruyoruz. Ancak
hem Cascais’i hem de Estoril’i hava erken karardığından
dolayı ancak karanlıkta görebiliyoruz. Yalnız, gün batarken geçtiğimiz sahiller
ve plajlarda günbatımını seyretmek de bir o kadar zevkli oluyor. Cascais gerçek bir sahil kasabası, bana
daha çok bizim Ege sahillerini hatırlattı. Estoril
ise casino ve golf otelleri ile daha çok bir turizm merkezi gibi göründü
gözüme. Yerel rehberimizin anlattığına göre, yerel halk arasında Cascais’e yakın plajlar daha güzel ve
tercih edilen plajlarmış. Ancak ne yazık ki buradaki deniz, okyanus olduğundan
olsa gerek fazlaca yüzme imkanı tanımıyormuş.
|
Cascais |
|
Cascais |
|
Cascais |
Haa unutmadan vaktiniz varsa Lizbon’da görülebilecek
yerlerden biri de Calouste Gülbenkian Vakfı’nın Müzesi . Gülbenkian,
Üsküdar’da doğmuş ve Ortadoğu Petrolleri’nin, Batı’lıların kullanımına
açılmasında etkili olmuş zengin bir işadamıymış. Hatta yaşadığı dönemde, ünlü
petrol devi Shell’in şimdiki haline
gelmesini sağlayan Royal Dutch Petroleum
Company birleşmesinde önemli rolü olduğu ve yeni kurulan ortaklıkta büyük
bir hissesi olduğu biliniyor. Dünyanın dört bir yanından topladığı eserlerin ölümünden sonra sergilenmesi ve elde edilen
gelirle öğrencilere burs verilmesi için bir Vakıf kurmuş. Bu Vakıf Müzesi’nde,
İznik çinileri de dahil çok farklı eser sergileniyor ve hepsinin ortak noktası
bu eserleri Gülbenkian’ın yaşarken
kullanması. Yani Müze, aslında Gülbenkian’ın kendi kullanımı için satın aldığı
, kullanıp sonrasında da müzede sergilenmesi için bağışladığı eserlerden
oluşuyor.
|
İznik çini örnekleri |
|
İznik çinisinden bir kupa |
|
Müze'den... |
Akşamki mekanımız ise
yemek ve fadoyu birarada bulabileceğimiz
Faia oluyor. Burası, Lizbon’un gece
hayatının yoğun olduğu Bairro Alto
bölgesinde. Yalnız otelden restorana olan kısacık yolu trafikten dolayı adım
adım alıyoruz. Belki de Cumartesi gecesi olmasından dolayı bizim Taksim’i ve
Asmalı Mescit’i andıran bir kalabalık var sokaklarda. Nüfusu sadece 750.000
kişi olan bir şehri bu kadar kalabalık görmek şaşırtıyor beni.
|
Faia |
Her anlamda eskiye sadık bir ruhla
korunan bu şehrin insanı derinden etkileyen bir büyüsü var bence.
Eski ile yeni arasında güzel bir uyum sağlayabilmiş bir şehir daha.
YanıtlaSil